Bir esas belge olarak Hüccet-i Şer’iye
Nizam-ı Cedit ile büyük bir hesaplaşmaya girişen Hüccet-i Şer‘iye, toplumun nasıl yönetileceğine dair bazı temel kuralları hatırlatarak bir çerçeve çizmek amacındaydı.
31 Mayıs 1807 tarihli Hüccet-i Şer‘iye’nin diplomatikası, 1808’de yapılan Sened-i İttifak’ınki gibidir. Burada da bir ana metin, imzalarını koyarak o metni taahhüt edenler ve bir hatt-ı hümâyûnla metnin içeriğini onayladığını ve kişisel olarak taahhüt ettiğini belirten bir padişah vardır. Ne var ki kaynaklarda yine “senet” olarak anılsa da bu belgede, sözleşmeye konu olan hususlar maddeler hâlinde verilmemiştir. Hüccet-i Şer‘iye’nin görünürdeki şartları çok yalın ve basitti. İleride sadece kendi işlerine bakacaklarını söyleyen yeniçerilere teminat verilerek Kabakçı İsyanı’ndaki rollerinden dolayı cezalandırılmayacakları taahhüt ediliyordu. Aslında Hüccet-i Şer‘iye’nin tarafları ve şartları göründüğünden daha fazlaydı. Bu önemli belgenin, sistemin nasıl olması gerektiğine ilişkin ciddî talepleri ve şartları vardı. Bunlara uyulmaması durumunda nasıl bir yaptırımın söz konusu olacağı da belgede mündemiçti.
Her darbede olduğu gibi 1807 darbesini yapanların da bir yandan kendi eylemlerini haklı ve meşru, tasfiye ettikleri hizbi ise bozuk ve yolsuz göstermek gibi bir kaygıları vardı; diğer yandan da yıktıkları düzene geri dönüşü engelleyecek önlemleri almak ve sisteme rota çizmek istiyorlardı. Bunu da, yeniçerilere teminat verilmesi gerekçesiyle hareket edip, ülkedeki en büyük siyasî otorite olan padişahı da taraf hâline getiren bir sözleşme ile yapmaya çalıştılar.
Hüccet, yalnızca cezalandırılmaktan korkan yeniçerilerden beklenmeyecek bir ideolojik karşıtlık duygusu içinde yapılmış bir Nizam-ı Cedit tahliliyle başlıyor. Buna göre, Saray’dan bazı seçkinler ve devlet adamlarından bazı tedbirsiz kimseler, Nizam-ı Cedit adıyla daha önce benzeri hiç görülmemiş (misli nâ-mesbûk) bir büyük bidat ihdas etmişler. Bir de “İrâd-ı Cedit namıyla” yapılan büyük zulümler varmış. Bunlar ancak çıkar sağlamak ve sefahati sürdürebilmek amacıyla yapılmış. Her biri, binalarında, elbiselerinde ve tüm işlerinde “kefereye taklitten başka”, devlet-i âliyeyi de Hıristiyan devletlerin kurallarına döndürmek (düvel-i nasâra kavâ’idine ircâ‘) suretiyle Müslüman kamuyu (âmme-i müslimini) üzmüşler. Büyük fetihler yaparak devletin gözüne giren tüm kapıkulu ocaklarını kendilerinden nefret ettirmişler. Eski padişah III. Selim’i de tatlı yalanlarla aldatmışlar. Dertleri, şahsî garezlerinden başka bir şey olmayan değersiz tedbirlerini uygulamaya koymakmış.
Böylece, eskiden beri devleti savunan Yeniçeri Ocağı ağaları ve erleri, durumu düzeltmek gibi halis bir niyetle ayaklanmış, bütün ulema ile ve devlet adamlarından sadık olanlarla birlikte ve şeriat ve kanunun gerektirdiği gibi eski padişaha tâbî olmayı kesmişler (kat‘-ı rişte-i teba‘iyyet) ve Sultan Mustafa’ya biat etmişler. Zikredilen din ve devlet hainleri dünyada aşağılanarak kahredilmiş ve cezalarının gerisi kıyamet gününe kalmış. Böylece, devlet bir müddetten beri uzak olduğu güzel düzene kavuşmuş (hüsn-i nizâma mevsûl).
Bu noktada biraz soluklanıp, dine bu resimde nasıl bir rol atfedildiğine bakalım. III. Selim’i tahttan indirenler, şüphesiz ki eylemlerini dinî terimlerle meşru kılmaya çalışıyorlardı. Biz bu ifadelere bakarak çatışmayı ne ölçüde inanç eksenli bir çatışma olarak görebiliriz? Mesele hakikaten de erken kuşak Osmanlı tarihçilerinin anladığı ve anlattığı gibi “gericiler” ve “ilericiler” arasında bir mücadeleden ibaret miydi?
Böyle bir okuma yapmamak için çok sayıda sebebimiz olduğu kanısındayım. Evvela, dinin, toplumdaki meşrulaştırıcı gücünü kullanmayan ve dinî argümanlara başvurmayan herhangi bir taraf yoktu ki. Nizam-ı Ceditçiler de İslâm ülkesinin dışarıya karşı gereği gibi korunabilmesinin ve bu yolda mukabele bi’l-misil yaparak orduyu düzenlemenin bir fariza olduğunu söylüyor, kararları Müslümanlara tavsiye edilen meşveret yöntemiyle aldıklarını vurguluyorlardı. Öte yandan, ıslahat düşmanı olarak nitelenen ve “gerici” olarak tarif edilenlerin de, aynen “reformcular”da olduğu gibi bir “nizam” düşkünlükleri olduğunu yukarıdaki pasaja bakarak bile söylemek mümkündür.
İslâm siyasî kültüründe kendisine biat edilen bir yöneticiden o biati geri çekebilmenin en kestirme yolu, o yöneticinin açıkça dinden çıkmasıydı. Böylesi örnekler fevkalade azdır, dahası yöneticinin mezhep değiştirmesi gibi hâllerde, ancak bir yorumlama neticesinde gerçekleştiği varsayılmıştır. Bu olmayınca yapılacak başka bir şey, icraatın (doğru) dine uymadığı tezlerini gündeme getirmek ve devlet adamlarının inanmayanları taklit ettiğini ileri sürmekti ki 1807’de Selim’i tahttan indiren hizbin yaptığı da aynen buydu. Bildikleri ve herkesin bildiği şekilde siyaset yapıyorlardı diyelim.
Hüccet-i Şer‘iye’ye geri dönersek, belge, Yeniçeri Ocağı’nın ayaklanması ve eski yönetimi değiştirmesinde yanlış bir şey görülmediğini, kimsenin bir suçlamada bulunmadığını ve yaptıklarının hem padişah nezdinde hem de İslâmî kamu önünde (âmme-i ehl-i İslâm) muteber olduğunu söylemektedir. Sonrasında yeniçerilerin ve devletin taahhütleşmeleri var. Belgede ulemaya verilen rol de ilginçtir. Nasıl ki Yeniçerilere zımnen rejimi kollama ve koruma görevi verilmişse, ulemaya da bir tür hakemlik rolü verilmişe benziyor. Belgeye göre bunu talep edenler de yeniçeriler imiş. Ulemanın “emr-i mar‘ûf ve nehy-i münker” (bilineni uygulamak, istenmeyeni engellemek) ilkesini uygulamaya başlamaları ve eğer gelecekte devlet adamlarından şeriat ve kanuna aykırı bazı hareketler görülürse doğruyu söylemeye dikkat etmeleri isteniyor.
Böylece hazırlanan senedi, İstanbul kadısı Muradzâde Mehmed Murad, eski İstanbul kadısı Mehmed Münib, Anadolu Kazaskeri Mehmed Hafid, Nakibüleşraf Dürrîzâde Abdullah Hüsni, Rumeli Kazaskeri Ahmed Muhtar Efendiler ve Şeyhülislâm Mehmed Ataullah Efendi gibi büyük ulema da imzaladı ve mühürledi. Ricâl kategorisinden sadece Kaymakam Musa Paşa vardır. Kalan isimler Yeniçeri Ocağı’nın subayları ve Boğaz kalelerinde bulunan yamakların önderlerinden ibaretti. Bunların arasında Kabakçı Mustafa’nın askerler listesinde sonuncu olmasına (aynen ulema ve rical listesinde şeyhülislâmın olduğu gibi) bakarak kendisine atfedilen önemi anlamak mümkündür.
Padişah IV. Mustafa ise Hüccet-i Şer‘iye’deki bütün şartları geçerli bulduğunu, harf be-harf okuyup anladığını ve Şeyhülislâm ile Kaymakam Paşa’nın imzalarını görüp kabul ettiğini söylüyor. “Sened-i mu‘tebere” dediği hüccetteki şartlara yeniçerilerin uyarak saltanatına müdahale etmeme yolunda gerekli taahhütlerde bulunmalarından dolayı kendisi de taahhütte bulunuyor. IV. Mustafa’nın Allah’ın ismini ve Hazret-i Muhammed’in nurlu ruhunu anarak verdiği taahhüdü bir yemin olarak da görmek mümkündür. Ne halife olarak kendisi, ne de devlet adamları taraflarından tek bir kişinin bile hiçbir vakit muaheze edilmeyeceğini ve mesul tutulmayacağını söylüyor.
Tartışmasız - kavgasız ve daima uygulamada kalmak (bilâ nizâ‘ ve lâ cedel ebedü’l-âbâd düstûrü’l-amel) üzere tasarlanan bu belge bir sened-i şer‘i olarak düzenlenmiştir. Şer‘i mahkemelerin sicillerine ve Başmuhasebe ve Divân-ı Hümâyûn kalemlerine kayıt edilmesine ve bir nüshasının da Yeniçeri Ocağı’na verilmesine bakarak Hüccet-i Şer‘iye’nin imparatorluğun kanunları sırasına sokulduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Buna bir de Kemal Beydilli Hocamızın dikkat çektiği gibi, senedin Yeniçeri Ocağı’na verilmesinin “Halet Efendi tarafından tertiplenen gösterişli bir merasim” eşliğinde gerçekleştirildiği ve vekayinüvis Âsım Efendi’nin bir senet değişimi için böyle bir “kılıç ve sancak ve sürre alayı gibi alay tertibine ne hâcet var idi” diyerek hadiseyi çok garipsediği hususlarını ekleyelim. Âsım Efendi’ye göre, senet alış-verişi için düzenlenen alayda, diğer alayların hepsinden daha fazla “temaşacı izdihamı” varmış. Hüccet-i Şer‘iye için kamu boyutu da olan çok büyük bir tören yapıldığı anlaşılıyor.
Bu kadar ihtimam ve törensellik, sadece padişah ve yeniçerilerin birbirlerine karşılıklı güvence verdiği bir belge için biraz fazla değil mi hakikaten? Padişah, kendinden çok aşağılarda birileri ile ahitleştiğine göre sınırlanmayı da zımnen kabul ediyor, orası muhakkak ama bir de hem kendisinden hem de karşı taraftan daha üstün tutulması gereken bir hukukî çerçeve vardı ve anlaşılan o ki her iki taraf için de sınırlamaların o çerçeve içinde olması gerekiyordu. İşte Hüccet-i Şer‘iye’nin “görünmeyen maddelerinin” bu Nizam-ı Cedit değerlendirmesinde yattığını ve bunun şeriat ile kanuna göndermede bulunarak toplumun nasıl yönetileceğine dair bazı temel kuralları hatırlatmak suretiyle bir çerçeve çizdiğini düşünüyorum. Bir maddeleştirme denemesinde bulunursam;
1- Nizam-ı Cedit gibi bidatler olmayacak
2- Mezalime son verilecek [İrad-ı Cedit gibi vergileri arttıran bir sistem konmayacak, adalet olacak]
3- Yolsuzluklar kaldırılacak
4- İsrafa son verilecek [Sefahat olmayacak]
5- Fertler, günlük hayatlarında, kılık- kıyafet, bina vesaire gibi hususlarda gayrimüslimleri taklit etmeyecek
6- Müslüman devletin, Hıristiyan devletlerin kurallarına göre yönetilmesi söz konusu olmayacak.
Bu hususları içeren bir Şer‘i senedi kabul eden padişah şunu demiyor muydu: “Nizam-ı Cedid’i ihya edersem, İrad-ı Cedid’i yeniden koyarsam, gayrimüslimleri taklide izin verirsem, Hıristiyan devletlerin usullerini devlette kullanırsam siz de ayaklanma ve benden biatinizi geri çekme hakkına sahipsiniz.” Kısacası, Hüccet-i Şer‘iye, siyasetin şer‘i sınırlar içinde yapılması gerektiğini hatırlatıyor ve ulemaya bir gözlemcilik ve kriz zamanlarında hakemlik rolü vererek o sınıfı çok güçlendiriyordu. Ayrıca Müslüman kamu diye bir varlığı tanıyordu. Yeniçerilere ise işlerin ters gitmesi hâlinde ve ulemanın desteğini aldıkları takdirde “islâh-ı âlem” yani sistemi düzeltme “niyyet-i hâlisasıyla kıyam” etme gibisinden bir hak tanınmıştı. Şu kadarı var ki, daha sonraki darbelerde de görüldüğü üzere darbeyi yapanlar, kendilerinden sonraki nesillere darbeyi tavsiye etmiyor ve disiplinli, sadece kendi işleriyle ilgilenen askerler görmek istiyorlardı. İçeriğinden bağımsız olarak baktığımda, Hüccet-i Şer‘iye’nin her darbeden sonra görülen bir sistem yerleştirme belgesi olduğunu, bu anlamda anayasal niteliği bulunduğunu, hatta bu niteliğin Sened-i İttifak’a göre daha belirgin olduğunu ama tarih yazımında kaynayıp gittiğini düşünüyorum. Değilse, Nizam-ı Cedit ile büyük bir hesaplaşmayı içeren o mufassal mukaddimeyi padişah ile kulları arasındaki basit bir mukavelenin parçası yapmaya ne gerek vardı ki.