Babinger’in uzun gölgesi
1953 tarihli kitabından önce Babinger, Fatih’in hekimlerinden Yakup Paşa hakkında 1951 yılında yayımladığı makalesinde, Venedik’in, Fatih’in zehirletilmesi konusunda yaptığı teşebbüslerden ve Hekim Yakup ile sürdürülen temaslardan bahsetse de bunların uygulamaya konulamadığını belirtmektedir. Dahası, bu makalede Fatih’in son hastalığından da bahsediyor ama zehirlenerek öldüğü yolunda bir akıl yürütmüyor, hâliyle Bayezid’i de işaret etmiyor.
Dolayısıyla Babinger’den kaynaklanan zehirlenme tezleri için kitabını dikkate almak durumundayız. Ne var ki, Fatih’in hayatı için hâlâ en önemli eser olan bu kitap, Osmanlı tarihçilerinin yakından bildiği üzere son derecede sorunludur. Bu da, bu çalışmanın kaynaklarını gereği gibi göstermemiş olmasından kaynaklanıyor. Kendisinin, yazdığı her şeyin kaynaklara dayandığı iddiasına ve bu kaynakları gösterme işini ikinci bir ciltte yapacağı sözüne rağmen, Babinger 1953’ten ölümüne kadar olan 14 yıl içinde bu ikinci cildi bir türlü yayımlamamış, evrakı içinde de bu yolda bir çalışma yaptığını gösterir bir dosya bulunamamıştır.
Bu durumda, Babinger’in kitabına yönelik eleştiriler, bilimsel sınamaya ve yanlışlamaya imkân tanımayan bir ortamda yapılmak durumunda olmuştur. Colin Heywood’un 2008’de Turcica’da yayımlanan 50 sayfalık hacimli makalesi, bu kitabın son elli yılda tarihçilerce nasıl değerlendirildiği konusunu ele almakta ve başta intihal olmak üzere Babinger’in çalışma yöntemlerindeki düzensizlikleri vurgulamaktadır. Daha yakın zamanlarda da aziz dostumuz Christoph Neumann, Babinger’in karakterinden kaynaklanan sorunlara ve İnalcık ile olan ilişkisindeki tuhaf davranışlarına bir makale ile dikkatimizi çekti.
Gerçekten de Babinger’in kaynaklarını bir türlü göster(e)memesi, Heywood’un, Alman Bizans tarihçisi Erich Trapp’a referans vererek tartıştığı gibi, onun, Hammer, Zinkeissen ve Ludwig Pastor gibi meşhur 19. Yüzyıl tarihçilerinin eserlerinden geniş intihaller yapmış olmasından dolayı mıydı? Maalesef, ben meselenin büyük bir kısmının bundan kaynaklandığını düşünüyorum. Babinger, hem 19. Yüzyıl tarihçilerine ne kadar borçlu olduğunun görülmesini istememiş, hem de spekülasyonlarının Osmanlı kaynaklarıyla çakıştırılmasından kaçınmaya çalışmış olmalıdır. Fazla dağılmayalım ama kısaca not edeyim ki Trapp, Babinger’in intihalciliğini 1986’da yazmış ama galiba bunu çok daha önceden görenler de olmuştu. Merhum Şehabeddin Tekindağ, ta 1966’da Babinger için, “Fatih’e tahsis ettiği eserinde J. Von Hammer’in meşhur Osmanlı Tarihi’ni aynen –tabi’i hatalarile birlikde- iktibâs etmiş olmasına rağmen...” ifadelerini kullanıyor.
Ne kadar sorunlu olursa olsun, Fatih’in, oğlu Bayezid tarafından zehirletildiği tezini ortaya atan bu kitabın ne dediğine bakmak durumundayız. Buna göre, 25 Nisan 1481 Çarşamba günü Fatih, Üsküdar’a geçmiş. Gebze yakınlarındaki Hünkâr Çayırı’nda bir mola verilmiş. Burada, 1 Mayıs günü Sultan’a şiddetli bir karın ağrısı arız olmuş. Hekimler çağrılmış. Fatih’in eski hastalıkları olan nikris ve romatizmanın yanı sıra yeni hastalıklar da ortaya çıkmış. Evvela, Fatih’in hekimlerinden Hamidüddin Lârî tedaviye başlamış.
Babinger, bu hekimin Fatih’in son günlerindeki rolünün fazlasıyla şüpheli olduğunu söylüyor. O kadar ki Lârî, hakkındaki şüpheleri bir türlü giderememiş ve dört yıl sonra, 22 Şubat 1485’te Edirne’de öldüğü zaman, ölümü, Bayezid tarafından yüksek dozda afyon almaya zorlanmasına yorulmuş. Lârî için söylenebilecek en olumlu şey, yanlış bir ilacı padişaha hatayla vermesi olurmuş. Dolayısıyla, Lârî’nin ortadan kaldırılmasının sebebi ya Fatih’in öldürülmesi için yapılmış muhtemel bir girişimin tanığını yok etmek, ya da onun gerçekten de Fatih’in ölümünden sorumlu olmasıymış.
Lârî’nin tedavisi işe yaramayınca, padişahın eski mahremi Hekim Yakup onun ölüm döşeğine çağrılmış. O da yapabilecek bir şeyi olmadığını çünkü halefinin yanlış bir ilaç kullandığını ve bunun etkileriyle artık baş edemeyeceğini beyan etmiş. Fatih’in acısı dayanılmaz bir hâl almış, öyle görünüyormuş ki sultana verilen ilaç bağırsaklarını tıkamış. Fatih öldüğünde 3 Mayıs Perşembe günü saat 16.00 dolaylarında, ikindi vaktiymiş.
Babinger, aslında, Fatih’in ölüm şekli hakkında kesin bir dil kullanmıyor. Onun düşmanlarının çokluğu ve ölümüne eşlik eden koşullar dikkate alındığında zehirlenmesinin muhtemel olduğunu söylüyor. Fatih, 25 Nisan’da sefere çıkacak kadar iyiymiş. Görgü tanıklarının bildirdiğine göre ölümcül bağırsak sancıları sonraki Salı günü [1 Mayıs 1481] aniden ortaya çıkmış. Dolayısıyla, bu, Fatih’in, sefere çıktıktan hemen sonra zehirlendiği ve hiçbir ilacın onun hayatını kurtaramayacağı varsayımını güçlendiriyormuş.
Fatih 27 Nisan Cuma günü Üsküdar’a geçmişti. Neşrî de Hünkâr / Tekfur Çayırı’ndaki konaklamanın 3 Mayıs günü olduğunu yazıyor. Babinger 25 Nisan ve 1 Mayıs tarihlerini nereden bulduğunu söylemiyor. Dahası, Fatih’in aniden hastalandığına tanıklık edenlerin ve bu hastalığın bağırsak sancısı olduğunu söyleyenlerin kimler olduğunu da belirtmiyor. Öte yandan, Fatih’in eski hastalıkları olan nikris ve romatizmanın yanı sıra yeni hastalıklarının da ortaya çıktığı yolundaki ifadeleri, Mustafa Âli’nin Künhü’l-Ahbar’da söylediklerine benziyor.
Güçlü bir ihtimal olarak zehirlenme tezini ortaya atan Babinger, bunun nereden kaynaklandığı hususunda ise bütünüyle spekülatif zemindedir. “Eğer zehirlendiyse bunun arkasında kimin olduğunu bilmiyoruz” demeyi ihmal etmiyor ama akıl yürütmekten de geri durmuyor. Venediklilerin padişahı öldürmek yolunda daha önceki bir düzine girişimlerinin acınası başarısızlıklar olduğu dikkate alınırsa onların bu işle bir alakasının olmadığı kesin gibiymiş.
Sultan’ın oğlu Bayezid çok daha olası bir adaymış. “Serbest düşünceli” babayla onun “mistik ve mutaassıp” oğlu arasındaki ilişkiler hiçbir zaman iyi değilmiş. Pek çokları padişahın, son seferinin oğlunun vali olduğu Amasya üzerine olduğunu düşünüyormuş. Görünen o ki, padişahın oğluyla anlaşmazlığı giderek şiddetleniyor ve bu esnalarda yeni doruklara tırmanıyormuş. Bayezid 1481 Nisanının ilk yarısında İstanbul’dan, Veziriazam Karamanlı Mehmed Paşa’nın, padişahı, “tahtın meşru varisi”ni ortadan kaldırarak onun yerine Şehzade Cem’i “müstakbel sultan” olarak tayin etmek hususunda ikna etmeyi başardığı yolunda mektuplar almış. Dolayısıyla, Bayezid’in Halvetî dervişlerinin yardımıyla, en azından, veziriazamın hayatına kastedecek planlar içinde olması ve bunların pekâlâ babasına da yönelmiş olması şaşırtıcı olmazmış.
Fatih’in, Bayezid tarafından zehirletildiğine dair Babinger’in söyledikleri böyle. Karamanlı Mehmed Paşa, gerçekten de Cem Sultan taraftarıydı. Bu dönemde Osmanlıda tahta çıkışı belirli bir kurala bağlayan bir düzenleme olmadığı için tabii ki “tahtın meşru varisi” ve “müstakbel sultan” gibi nitelemeler kullanılması doğru olmaz ama onun tarafından hazırlanan Fatih Kanunnamesi’nde padişahın oğlu olarak Bayezid’in değil de Cem’in anılması bir tercih belirtiyor olabilir. Fakat padişahın son seferinin Bayezid üzerine olduğunu düşünenler kimlermiş? İstanbul’dan mektupları kimler göndermiş? Babinger söylemiyor ve herhangi bir kanıt sunmuyor. Dolayısıyla, bu hâliyle, Babinger’in Bayezid’i işaret etmesi tamamıyla havada kalmakta ve söyledikleri bir komplo teorisinden öteye gidememektedir. Ayrıca göreceğiz ki, bu iddianın herhangi bir iç mantığı da yoktur ve bunu ileri sürebilmek, Babinger’in Hekim Yakup- Hekim Lârî menkıbelerini aldığı kaynağını da çok ciddî olarak çarpıtmasını gerektirmekteydi.
Bu kaynak, daha önceki araştırmacıların, özellikle Feridun Nafiz Uzluk’un ayrıntılı bir şekilde tartıştığı gibi, 1561’de vefat eden meşhur âlim Taşköprizâde Ahmed Efendi’nin Eş-Şaka’ikü’n-Numaniyye fi ‘Ulemâ’i’d-Devleti’l-‘Osmaniyye adlı eseri, daha doğrusu onun, Edirneli Mecdî Mehmed Efendi tarafından 1587’de Arapçadan Türkçeye yapılan Hadâikü’ş-Şakaik adındaki tercümesidir. Osmanlı uleması üzerine çok önemli bir biyografik kaynak olan Şaka’ikü’n-Numaniyye, Türkçeye defalarca çevrilmiş, kendisine yazılan zeyllerle bir geleneğin başlamasına neden olmuştur. Mecdî’nin çevirisi de düz bir çeviri olmayıp, Şaka’ikü’n-Numaniyye’yi yayıma hazırlayan Ahmet Suphi Furat’ın gösterdiği gibi onun bilinçli ilaveleriyle genişletilmiş bir hâldedir.
Şaka’ikü’n-Numaniyye ve zeyllerini tıpkıbasım olarak yayıma hazırlayan Abdülkadir Özcan hocamız da Mecdî’nin “âdetâ yeni bir te’lif eser” ortaya koyduğunu ve orijinalinde verilen biyografilerin burada daha geniş ele alındığına dikkati çekiyor. Kısaca, ister bir zeyl yazma geleneği içinde normal olarak karşılansın, isterse, Uzluk’un yaptığı gibi, Mecdî, orijinal metni bozmakla suçlansın, Şaka’ikü’n-Numaniyye’nin onun tarafından yapılan tercümesi, aslında olmayan bilgi ve yorumları içermektedir. Bu kadarı da şimdilik bizim için kâfidir. Babinger’in dayandığı metin bu olduğu için, Fatih’in ölümü hakkında onun ne dediğine bakmalıyız. Önce Yakup Paşa hakkında dediklerine kulak verelim:
“Tabib-i edîb ve hekim-i erîb idi. İlm-i tıbta maharet-i tammesi olup mütebahhir âlim olmağın merhum Sultan Mehmed Han Gazi hazretlerinin yanında takarrüb-i tamla mukarrib oldu. Unfuvân-ı a’mârında Yahudi olup henüz şeref-i İslâm ile müşerref olmadan makbul-i hazret olup Divân-ı Hümâyûn’da hizmet eyledi. (…) [M]ühtedi olup saadet-i tevhid ve imanla müstesid olduktan sonra vezir oldu (…) Mehmed Paşa-yi Karamanî vezir oldukda Mevlana Yakub Paşa’nın kemal-i takarrübüne hased edip onun makbulü olduğundan ötürü buğz ve adavet eyledi. İttifaka, bu esnada Sultan Mehmed (…) hasta olup etıbbaya müracaat eyleyecek Hekim Yakub ilaca şüru’ edip kanun-ı şifa üzere mualeceye mübaşeret eyledi. Mehmed Paşa merhum bu hizmete Hekim Lârî’yi sevk idüp anı tergîb eyleyecek, Hekim Lârî, Hekim Yakub’un mualecatını tahtie idüp ilaçta tagyir-i üslup eyledi. Padişah hazretleri kendünün za’fı kavi olup mizaç-ı şerifleri anın ilacıyla imtizaç etmediğini izan etmeğin yine Hekim Yakub’u istihdam eyledi. Hekim-i mezkûr padişahın marazı esbab ve alâmat[ın]dan kabil-i ilaç olmadığını fehm edecek, Lârî’nin rey ve tedbirini tasvib eyleyüp ‘müdavi-i aklın tedbirat-ı şifa bahşına muvafıktır’ deyü taammüden tahkik eyledi velakin hikmetü’l- ilahiye iktizasınca ahlât-ı redie-i rezie ve mevâdd-ı kaviye-i müstevcibü’l-meniye gittükçe tazif-i z’af ve ifsâd-ı sıhhat edip havaşi-i bedeni mağlub-u dest bürd-i pençe-i ecel eyledi.”
Buna göre, Hekim Yakup, tıptaki bilgisinden dolayı Fatih’in yakını olmuş. Gençken Yahudi imiş. Henüz Müslüman olmadan divânda hizmet etmiş. İhtida ettikten sonraysa vezir yapılmış. Karamanlı Mehmed Paşa veziriazam olunca, Yakup’un, Fatih’e olan yakınlığını çekememiş ve düşmanlık etmiş. Fatih hastalanıp hekimlere başvurunca, Yakup ilaca başlamış. Mehmed Paşa ise bu hizmette Hekim Lâri’nin olmasını istemiş. Lâri de, Yakup’un ilaçlarında hata bularak onları değiştirmiş. Fatih, hastalığının arttığını ve verilen ilaçların iyi gelmediğini görünce yine Yakup’u istihdam etmiş. Yakup ise, Fatih’in hastalığının ilaç kabul etmez derecede olduğunu anlayarak, Lârî’nin görüşünü ve yöntemini onaylamış ve uygulanan tedavinin şifa vereceğini kasten söylemiş. Fakat azgın ve bozuk hıltlar ve ölümü gerektirecek maddeler güçsüzlüğü giderek artırmış ve sağlığını bozarak padişahın bedenini ecelin pençesinde mağlup etmiş.
Görüldüğü gibi burada Fatih’in zehirlenerek öldüğü açıkça söylenmiyor. Eğer “ölümü getirecek / gerektirecek güçlü maddeler” (mevâdd-ı kaviye-i müstevcibü’l-meniye) ifadesine bu yolda bir ima atfetmeyecek olursak, meselenin sadece bir hastalığın tedavisinde farklı görüşler ve ilaçlar öneren iki hekim arasındaki ayrılık olduğunu bile düşünebiliriz. Fakat Taşköprizâde/ Mecdî’nin asıl bombaları Lârî için yazdıklarındadır. Bu haftaya kaldı. Yalnız kısaca not edeyim ki Babinger’in bu yukarıdaki pasajı yorumlayıp aktarması bile çok sorunludur. Hekim Yakup’un, halefinin yanlış ilaç kullanmasından dolayı kendisinin artık yapabilecek bir şeyi olmadığını açıklaması nerede, aksini bile bile Lârî’nin tedavisini onaylaması ve sesini hiç çıkarmaması nerede! Eğer bir zehirlenme varsa, bu Yakup’u doğrudan bir suç ortağı yapmaz mıydı?