Milletin feraseti galip gelecek
Zor bir dönemden geçiyoruz. Bu toprakların gördüğü ilk zor dönem değil bu. Çokça yaşadık, çokça üstesinden geldik. Teröre karşı toplumsal dayanışmaya ihtiyacımız var elbet. Ama ciddiyete, akılcılığa ve biraz olsun aidiyete de ihtiyacımız var. Bunu, kendilerine sarsılmaz bir muhaliflik konumu biçenlere söylüyorum özellikle.
Suriye ve Irak’taki durum, Ortadoğu’daki uluslararası çıkar çatışmaları ve paylaşım senaryoları Türkiye’yi de zora soktu. Bunu hepimiz biliyoruz. Yine de hükümetin Suriye politikasını eleştirmek başka, bölgesel senaryolara payanda haline gelmek başka. DAEŞ’le başlayalım. Sahnede boy gösterdiği ilk günden beri tam bir icat gözüyle bakıyorum DAEŞ’e. Kullanışlı bir tasarım. Konfeksiyon bir ürün. Irak ve Suriye’deki tüm aktörlerin tanımlanmasını ve konumlanmasını kolaylaştıran bir kaldıraç. Sözgelimi, Beşar Esed rejiminin ve PYD’nin manevra alanını nasıl da genişletti, değil mi?
***
PKK da başından beri böyle bir kullanışlı tasarım oldu. Kürt toplumunun hak ve demokratikleşme taleplerinin sözcülüğüne sıvanmıştı sözde, ama Rusya’nın güneydeki ileri üssü Suriye’de Şam merkezli bir terör örgütü olarak işlev gördü on yıllarca. Rusya’dan ABD’ye kadar bölgesel arayış içindeki pek çok aktörün kullan-at operasyonlarına taşeronluk yaptı. Terörü asli varoluş aracı olarak gördü. Bugün Kürt çoğunluktan kopmakta olan terör örgütü iyice kullanışlı ama kendi sonunu hazırlayan bir aygıta dönüşmüş durumda.
Yazının başında biraz olsun aidiyet demiştim. Cemil Bayık’ın “Erdoğan’ı ve Ak Parti’yi devirmek” hedefinden gizli bir heyecan ve umut besleyenlere bakıyorum. “Erdoğan ve Ak Parti gitsin de isterse yer gök birbirine karışsın” ekolünün akıldışılığına. Zor zamanlara nasıl alışıksak, bu tutuma da o kadar alışığız. İnsanın aklına ister istemez kimi tarihsel anlar düşüyor böyle olunca. Örneğin, Enver Paşa güç kazanınca “Keşke Edirne Bulgarlarda kalsaydı” diyenleri işitti bu ülke. Ya da Milli Mücadele yıllarında bir kısım mandacı İstanbul basınının “Bütün dünya barış istiyor, bir tek Ankara yanaşmıyor” vaveylasını.
***
Ama aklımdaki en çarpıcı fotoğraf 1960 cuntasındaki profesörler heyetidir. Cuntacıların çağırdığı heyet. Tutuklanan DP’lilerin çoğu daha 27 Mayıs’ın akşamında bırakılmış, 28 Mayıs’ta Cemal Gürsel “DP’lilerin yargılanmayacağını ve 3 ay içinde seçime gidileceğini” söylemiş. Profesörler heyeti apar topar cuntacı Madanoğlu’na gider. “Bu Demokrat mebusların hepsi idam kaçağı, nasıl salıverirsiniz?” derler. Sonra da sayıp dökerler: “İhtilalin meşru olması için DP’nin yargılanması şarttır. Yoksa yarın seçimde bunlar yine başa gelir, sizi de idam ederler. Haklılığınız için bir mahkeme kurun tez elden.” İşte 3 ay içinde seçim diye başlayıp rahmetli Menderes, Zorlu ve Polatkan’ı idam sehpasına götüren kan dondurucu öykünün özeti bu.
***
Bu yabancı ve üstten bakışın toplumda bir karşılığı yok. O gün de yoktu, bugün de yok. Toplumun kolektif hafızasının direncini ve yapıcılığını da kolektif bilinçdışının kaygı ve hassasiyetlerini de kavrayamaz bu bakış. Toplumun her seferinde sandığa yansıttığı akılcı tercihe bir türlü akıl sır erdiremez. Milletin çoğunluğuna yakıştırdığı akıldışılığı kavrayıp analiz etmekle o kadar bozmuştur ki kafayı, kendi akıldışı savrulmalarını göremez. Yeri gelir, Cemil Bayık’ın sözlerinden medet umacak duruma düşer.
Türkiye bir kez daha terörün üstesinden gelecek, bir kez daha uluslararası senaryolara çomak sokacak. Çünkü millet ne olup bittiğini anlar, hem de çabucak anlar. Galip gelecek olan milletin ferasetidir.