Bir kez daha hacet kapılarının eşiğindeyiz
Türkiye son yıllarda akla sığmayacak belaların üstesinden gelebildi. Yara aldı, sendeledi, ama hep dik durmayı başardı. Kim ne derse desin, aziz milletimiz sayesinde büyük demokratik kazanımlar elde etti. Milletin 15 Temmuz direnişi de bunun doruğunu oluşturdu. Milletimizin borcu ödenmez. Peki, 25 yıl önce ne haldeydik, böyle miydik?
Çeyrek yüzyıl öncesinin koşullarına göz atma zamanı tam da şimdi. Sovyetler Birliği çözülüyor, birileri tarihin sonunu ilan ediyordu. Özal cumhurbaşkanıydı. ANAP’ın başına statükocu Mesut Yılmaz geçmiş, ülkeyi erken seçime sürüklüyordu. Popülist DYP-SHP koalisyonuna çeyrek vardı. Rahmetli Özal iyimserliğini koruyor, ülkenin gündemine yeni tartışma başlıkları taşımaya çalışıyordu.
Onlardan biri de başkanlık sistemiydi. Hem de “Türkiye’ye özgü” vurgusu eşliğinde. Biz dar bir koroyduk o zamanlar. Ama Özal kadar iyimserdik. Türkiye iyi kötü bir yapısal dönüşüm sürecinde diye düşünüyorduk. Aşılacak bir eşik daha kalmıştı. Rahmetli Özal’ın deyişiyle “Türkiye’nin önünde hacet kapıları açılmıştı.” Sesimiz o dönem cılız çıksa da umudumuz tamdı.
O kapılara varasıydık. Bir model oluşturacak, dünyaya örnek olacaktık. Niyetimiz öyleydi ya, önce o niyete çok hizmeti dokunacak Adnan Kahveci’yi, sonra da Turgut Özal’ı yitirdik. On yılı aşkın süre koalisyonlara, 28 Şubat’a, ekonomik krizlere savrulduk. Oysa onca yıl “Sistem değişikliği etkin yönetici getirir ya da mevcut düzenden bir etkin yönetici çıkar, sistem değişikliğinin kapısını açar” deyip durmuştuk. “Dünyanın arayışı bu” diye dem vurmuş, Türkiye aradan sıyrılıp parlasın diye kendimizi paralamıştık. Kulak veren yoktu pek, ne çare!
O yıllar boyu “Yeni ve milli bir siyasetçi kuşağı gelecek, her şeyi alt üst edecek” diye tutturmuştum ben. Bir umut. Sonra Tayyip Erdoğan ve dava arkadaşları geldi. Türkiye ciddi bir değişim sürecine girdi. AB’ye tam üyelik müzakerelerinin başlaması dahil, her alanda iyimserlik hakim oldu. Ancak son yıllarda yeni dış politika anlayışımız pek çok odağı rahatsız eder hale geldi. Bölgesel sorunlar ve terör tırmandı. Dünyanın genel politik atmosferi keskin bir değişim yaşadı, yaşıyor.
Türkiye bir ateş çemberine girdi, karar alıcılık ve etkin yöneticilik hayati hale geldi, vatan savunması sınır ötesinde kurulur, devletin ve milletin bekası her gün konuşulur oldu. Hep denir ya, “Bugün değilse ne zaman?” diye. İşte o hal şart oldu.
Türkiye dönüşmek ve yenilenmek zorunda. Bu gereklilik hiçbir zaman bu kadar acillik taşımamıştı. Türkiye, cunta ve darbe dönemleri dahil, hiçbir zaman bu kadar bunalmamıştı. FETÖ, PKK ve DAEŞ’e karşı amansız bir mücadele veriyoruz. Müttefiklerimizi akıl çizgisine çekmeye çalışıyor, bölgesel sorunları mezhep ve etnisite belasından kurtararak çözmeye uğraşıyoruz. Mevcut dünya düzenine vicdan ve adalet terazisinden söylenecek sözümüz var.
İşte bu koşullarda kendimize özgü olan yönetsel modeli ortaya çıkarmak zorundayız. Sadece kendi bekamızı düşünmekle yetinmemek, Balkanlar’dan Orta Asya’ya, Akdeniz havzasından Ortadoğu’ya kadar bir örnek oluşturmak durumundayız. “Türkiye bir gün AB’ye tam üye olursa o kapı bize de açılır” diye düşünen Azerbaycan’dan “Türkiye’nin reform ve dönüşüm çizgisi bize esin kaynağıdır” diyen Tunus’a kadar, nice coğrafyanın, nice toplumun umut ve beklenti kapısıyız.
Onca musibeti savdık, hacet kapılarının eşiğine vardık nice zorluğa rağmen. “Haydi” demeliyiz, “Bir adım daha kaldı.” Milletçe o adımı atmalıyız. Bugün tartıştığımız şey bir ad çevresinde dönüyor sananlar fena halde yanılıyor. Hepimiz faniyiz, mutlak hakikat budur. Bizim derdimiz Türkiye’yi “model ülke” yapmaktır. Öyle bir ülke ki bölgesine ışık saçsın, nice mazlum coğrafyaya umut versin. Muhtemel halkoylamasıyla varacağımız yer budur inşallah.