Virüs avcılığıyla salgınlar durdurulabilir mi?

Kovid 19 pandemisi, virüsler karşısında ne kadar kırılgan olabildiğimizi acı acı öğretti. Şimdi de yok gizemli hepatit vakaları, yok monkeypox (maymun çiçeği virüsü) elimiz yüreğimizde yeni bir salgın olur diye bekliyoruz.

Bazı bilim insanları, bizim kuşağın öyle ya da böyle bir yeni pandemi yaşayacağını iddia ediyor. Geçen ay Nature dergisinde yayınlanan bir araştırmada 2070 yılına kadar, potansiyel olarak insanlar ve hayvanlar da dahil olmak üzere memeliler arasında 4 bin virüsün yayılabileceği açıklandı.

Bunu önlemenin bir yolu var mı? Bir pandemiye neden olabilecek her virüs çevremizde bir yerde. Ya o bizi bulmadan biz onu bulmayı başarabilirsek! Virüsün bir adım önünde olup onu etkisiz hale getirmek mümkün mü?

Bu konuyla ilgili ilginç projeler var. USAID (United States Agency for International/ ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı) 2009 yılında önemli bir proje başlattı; Predict! 200 milyon dolarlık bu program yeni virüsleri tespit etme, salgınları yönetme, insan-vahşi yaşam ilişkisini araştırma ve virüslerin insanlara nasıl geçtiğini araştırma konusunda çalışmalar yapmaya başladı.

2020’nin Ekim ayında Trump yönetimi projenin finansmanını durdurdu. Kovid 19 pandemisi ile birlikte salgınlara karşı ne kadar hazırlıksız olunduğu ortaya çıkınca bu kez Biden yönetimi yeni bir keşif programını başlatmayı planladığını duyurdu: Deep Vzn (Discovery and Exploration of Emerging Pathogens). Deep Vzn’deki çalışmaların bir kısmı Predict’in bünyesinde gerçekleştiriliyor

Projenin amacı, vahşi doğada potansiyel olarak tehlikeli patojenleri belirlemek, bu ‘tehlikeli’ arkadaşları laboratuvara getirmek ve hangilerinin bir sonraki pandemiyi tetikleyebileceğini belirlemek için deneyler yapmak. Beş yıllık programın bütçesi 125 milyon dolar.

Bir diğer proje de Global Virome Project... Amaç aynı; virüsleri avlamak!

Üç projenin ana fikri, doğadaki yüz binlerce virüsten oluşan bir katalog oluşturmak, hangilerinin insanları tehdit ettiğini belirlemek. En tehlikeli virüsler üzerine çalışan laboratuvarların sayısı da giderek artıyor.

YA VİRÜS FİRAR EDERSE...

Bir sonraki salgını önlemek için proaktif olma fikri elbette çok çekici. Ancak bazı virologlar ve biyogüvenlik uzmanları bu tür programların gerekçesinin destekçilerinin çoğunun varsaydığından daha şüpheli olduğuna inanıyor. Virüs avı samanlıkta iğne aramak aslında. Kimi bilim insanları viral keşfin korkunç bir fikir olduğu görüşünde. Bu çalışmaların bir sonraki pandemiyi önlemekte başarısız olacağını, aksine salgınları potansiyel olarak daha olası hale getirebileceğini savunuyorlar. Laboratuvarda bir virüs keşfetmek hayvanlara bulaşmasına neden olabilir, yanlışlıkla ‘salıverilebilir’ ya da bir ‘silah’ olarak kullanılabilir diye düşünenlerin sayısı hayli fazla. Gerçekten ya yeni bir virüs laboratuvardan firar ederse... Ki herhangi bir salgına neden olmayan ama laboratuvarlarda çalışanlara bulaşıp hastalanmalarına neden olan pek çok durumla karşılaşıldı.

Tüm dünyayı ilgilendiren salgınara neden olabilecek virüsleri keşfedip bunların genomlarını bir katalog haline getirme fikrinin ‘bazı’ grupların eline bir yemek kitabı anlamına geleceğini söyleyenlerin sayısı hiç de az değil. Öyle ya tarif elinizde, pişirin sunun, haydi şimdi afiyet olsun! Pandemiye yatkın virüslerin tespit edilmesi kötücül amaçları olanların elinde nükleer bir silah kadar tehlikeli olabilir mi gerçekten? Kim bilir...

Şüphecilere göre bir başka risk de şu anda insanlar için tehlike oluşturmayan virüslerle çok fazla oynamanın, bir sonraki pandemiyi kışkırtabilecek olması. Gerçekten de paradoksal bir durum.

BEN BU ERİĞİ FARKINDA OLARAK YİYORUM...

Mindful beslenme (bilinçli farkındalıkla beslenme), son birkaç yıldır giderek popüler bir hale geldi. 2022’nin en öne çıkan yeme-içme trendlerinden biri olarak da karşımıza çıkıyor. Öncelikle şunu söylemekte yarar görüyorum; yeni çağ akımları ve uygulamaları, ‘an’da ol, ‘içsel yolculuk yap’, ‘farkındalığını yükselt’ gibi klişeler her ne kadar özünde masum olsa da artık karikatürize bir hale geldi. Yine de madem trend bu, bağrıma taş basar anlatırım.

Kısaca Zen budizmine dayalı bir uygulama olan mindfulness, kendini sakinleştirmenin ve yeme alışkanlıklarını değiştirmenin bir yolu olarak giderek daha popüler bir hale geldi.

Bilinçli farkındalıkla beslenme, kişilerin yemekle ilgili duygusal farkındalığa ve yemekle ilgili duyusal farkındalığına odaklanan bir beslenme alışkanlığı. Öyle kaloriyle, karbonhirdatla, yağla, proteinle bir ilgisi yok. Amacı da kilo vermek değil zaten. Ancak bu şekilde yiyenlerin kilo vermesinin çok kolay olduğu iddia ediliyor. Asıl amaç, ‘an’ın ve yemeğin tadını çıkarmak, yeme deneyimine bütün ‘mevcudiyetinizle’ katılmak. Aslına bakarsanız kilosu altın fiyatına sebze ve meyveleri yerken ‘an’da olmak pek de fena bir fikir olmayabilir.

Şimdi efendim bu trendde kişi neyi ne kadar tüketeceğini seçiyor, yeme deneyimini takdir ediyor. Bu tarz yemenin diyabetli kişilerin yeme davranışlarını değiştirmelerine yardımcı olduğunu savunan sağlık uzmanlarının sayısı da hayli fazla. Ama ben böyle tam bir farkındalıkla yerim, kilolarımı da veririm gibi bir hayaliniz varsa yapılan araştırmalar farkındalıkla yeme ve kilo kaybı arasında anlamlı bir ilişki belgeleyemedi.

Mindful beslenme ile ilgili verilen ‘altın’ değerindeki öğütler ise açıkçası biraz komik kaçıyor. “Bir kuru üzümü alın ve önünüze koyun. Bakın ve hissedin. Ağırlığını hissedin, yüzeyini inceleyin, koklayın, dokunduğunuzda ne hissettiğinize dikkat edin. Yavaşça yiyin ve yuttuktan sonra gözlerinizi kapatıp ne hissettiğinize bakın.”

Biz daha çok şöyle yapıyoruz: Pazara gidiyoruz tezgahın önünde fiyatlara bakıyoruz, biraz düşünüyoruz, sonra cüzdanımızı hissediyoruz işte o zaman tam ‘an’dayız. Almak istediğimizi değil alabildiğimizi alıp farkındalıkla evimize gidiyoruz.

GIDA ÖZGÜRLÜĞÜ...

Farkındalıkla beslenme trendini beğenmediniz mi? Yenisini verelim. Elimizde bir de gıda/ yiyecek özgürlüğü trendi var. Yıllar boyunca ne diyetler geldi geçti... Hepsinin ortak noktası da bir tür ‘yemek’ kısıtlaması gerektirmesi. Milyonlarca insan ‘ideal’ vücuda sahip olacağım diye ne diyetlerin peşine düştü. Mükemmel olma hevesi kaygı, depresyon ve yeme bozuklukları riskinde patlama yaşanmasına neden oldu.

Sosyal medyada son günlerde sık sık kullanılan ‘yeme özgürlüğü’ terimi kulağa fena gelmiyor. Bu diyet karşıtı hareket, ne zaman, ne kadar ve ne sıklıkla yenileceği gibi katı kuralların bırakılmasını anlatıyor. Homidi gırtlak yiyin demek değil tabi. Bunun yerine gerçekten zevk aldığınız yiyecekleri tüketirken suçluluk duymamayı, açlık-tokluk gibi bedensel sinyalleri takip etmeyi öneriyor. Gıda özgürlüğü yiyeceklerin sizi kontrol etmesi yerine, yediklerinizin kontrolünün sizde olmasını hissetmek.

Ben ‘an’da olarak bir karpuz tüketeyim en iyisi...

SALGIN HENÜZ BİTMEDİ!

Yeni bir pandemiye hazır olma çabaları devam etse de küresel Kovid 19 salgını henüz bitmedi. Halk sağlığı uzmanları en az beş yıl daha Kovid 19 ile birlikte yaşayacağımızı söylüyor. Uluslararası Bilim Konseyi’nin yeni raporu 2027 yılına kadar gerçekleşebilecek üç senaryodan bahsediyor. Rapor, halk sağlığı uzmanları, virologlar, ekonomistler, davranış bilimleri, etik ve sosyoloji uzmanlarından oluşan 20 kişi tarafından hazırlandı.

Birinci senaryo şöyle: Kovid 19’a karşı tam olarak aşılanmış kişilerin yüzdesi küresel olarak yüzde 80’in üzerine çıkarsa birçok hayat kurtarılabilir ve yeni varyantların ortaya çıkma riski azaltılabilir. Bu durum, insanların ruh sağlığı, ekonomi ve ülkelerin kalkınması için faydalı olabilir. Bu en iyimser senaryoda bile koronavirüs ortadan kalkmayacak ancak yayılması yönetilebilir bir hale gelecek. Kötü haber ise şu; gittiğimiz yer orası değil.

İkinci senaryo ise şu: Aşılama oranları dünya çapında yüzde 70’in altında. Eğer bu oran artırılmazsa koronavirüs pek çok ülkede hastanelerin dolmasına neden olacak. Yüksek aşılama oranlarına sahip ülkelerde pandeminin akut aşaması sona ermek üzere olsa bile, dünyadaki milyonlarca kişinin etkili bir aşıya erişimi yokken risk yüksek kalmaya devam edecek.

En kötü senaryoda ise tablo vahim! Raporun yazarlarına göre milliyetçilik ve popülizm akımları büyümeye devam ederse küresel işbirliği ciddi şekilde etkilenebilir. Bu senaryoda küresel nüfusun yüzde 60’ından daha azı Kovid-19’a karşı tam aşılanmış olacak ve antiviral ilaçlara erişimleri de sınırlı kalacak.

BİR MAYMUN ÇİÇEĞİ EKSİKTİ...

Son günlerin tehdidi de monkeypox (maymun çiçeği virüsü). Haberlerde karşılaşmış olduğunuzu tahmin ediyorum. Dünyanın farklı ülkelerinden vaka haberleri geliyor. Şimdiye kadar ABD, İngiltere, Portekiz, İsveç, Kanada ve İtalya’da 33 vaka teyit edildi, 42 de şüpheli vaka var.

Orta ve Batı Afrika’daki maymunlar arasında yayılan monkeypox, zaman zaman insanlara sıçrayarak küçük salgınlara neden oldu. Peki büyük bir salgın haline gelebilir mi? Vakaların bağlantılı olup olmadığı henüz bilinmiyor. İnsandan insana bulaşması genellikle büyük solunum damlacıkları yoluyla oluyor. Enfekte bir hayvanın az pişmiş etinin yenmesiyle de bulaşabiliyor. İlk semptomları ateş, baş ağrısı, kas ağrıları, lenf düğümlerinin şişmesi, deride döküntü. Monkeypox genellikle hafif seyrediyor ve çoğu kişi tedavi görmeden birkaç haftada iyileşiyor. Ölüm oranı düşük ve 18 yaş üzeri için kullanılan aşılar var. Daha önce 2001 ve 2002 yıllarında Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde 485 vaka ve 25 ölüm bildirilmiş. Monkeypox’un farklı ülkelerde giderek daha sık görülmesine yeni bir türün neden olup olmadığı ise henüz bilinmiyor. ‘Süper yayıcılar’ tarafından taşınmasının geniş çapta yayılmasına yardımcı olmasından da korkuluyor. Yani bir salgın var mı, olacak mı, gidişat ne yönde şimdilik gri bir alan...

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.