Nedir bu gençlik takıntısı?
60 yaşındayken 30 yaşında gibi görünmek, sağlıkla 100 yaşını geçebilmek... Biyoteknoloji şirketleri yaşlanan bedenleri ‘yeniden programlayarak’ gençliğe döndürmek için baş döndüren bir hızla çalışıyor.
IT Technology Review dergisinde geçen hafta yayınlanan bir makalede biyoteknoloji alanındaki gelişmeler anlatılıyordu. Yaklaşık 15 yıl önce Japonya’da Kyoto Üniversitesi’nden bilim insanları bir deri hücresine dört protein ekleyip iki hafta beklediklerinde bazı hücreler inanılmaz bir dönüşüm gerçekleştirdi ve yeniden gençleşti!
O günden bu yana bir dizi biyoteknoloji şirketi ‘hücresel yeniden programlama’ üzerine çalışıyor ve ‘genç kalma’ hatta ‘gençleşme’ konusunda cesaret verici gelişmelere imza attıklarını iddia ediyorlar.
5Bu fikri en ateşli savunan bilim insanlarından biri de ABD Ulusal Kanser Enstitüsü eski başkanı olan aynı zamanda bir dönem Gates Vakfı’nın küresel sağlık liderliğini yürüten ünlü kanser uzmanı Richard Klausner. Klausner şu anda Jeff Bezos’un en büyük yatırımcılarından biri olduğu araştırma laboratuvarının başında. Laboratuvar milyon dolarlık maaşlarla işe aldığı Nobel ödüllü isimlerle gençlik pınarını arıyor.
Uygulamalar, bir hücrede hangi genlerin açık veya kapalı olduğunu kontrol eden DNA üzerindeki kimyasal işaretler olan epigenomu sıfırlamaya çalışıyor. Bir tür yeniden programlama demek mümkün. Ancak hücrelerin tehlikeli şekilde değişmesi, hatta kansere neden olabilmesi de mümkün.
Altos’un araştırdığı temel teknik, şirketin bilimsel danışmanı olan Japon bilim insanı Shinya Yamanaka tarafından 2006’da keşfedilen bir prosedür. Bu prosedür sıradan hücrelerin embriyolardaki gibi kök hücrelere dönüşmesini sağlıyor. Yamanaka bu çalışmayla 2012 yılında Nobel Tıp Ödülü kazandı.
Altos’un amacı bu fenomeni evcilleştirmek ve sonunda çeşitli hastalıkları tersine çevirmek için bir tedavi olarak uygulamak. Richard Klausner, yaz aylarında düzenlenen bir organizasyonda 4 bin dolara bilet alıp kendisini izlemeye gelenlere ‘saati geri alabileceğimizi düşünüyoruz’ dedi.
Şimdilik hiç kimse gelecekteki bu tedavilerin nasıl görüneceği konusunda kesin bir fikre sahip değil. Kimi uzmanlar DNA’ya eklenen genetik terapilerin başarılı olacağını iddia ediyor, bir kısmı kimyasal hapları keşfetmenin mümkün olduğunu düşünüyor. Harvard Üniversitesi’ndeki bir araştırma laboratuvarının başındaki bilim insanı David Sinclair, “200 yıl yaşamamak için hiçbir neden yok, bir gün doktora gidip sizi on yıl geriye götürecek bir ilaç için reçete almanın çok normal olacağını tahmin ediyorum.”
Birçok önemli bilim insanı, ‘gençliğin sırrı’nı ararken eleştirmenler de çalışmaların belirsiz bir zeminde olduğunu iddia ediyor. Ancak bu şirketlere hala milyar dolarlık yatırımlar yapılıyor. Üstelik bu dev harcamalar, bilim insanlarının yaşlanmanın nedenleri konusunda hala anlaşamadıkları gerçeğine rağmen yapılıyor.
Richard Klausner, yeniden programlama fenomeninin tamamen gizem olarak kaldığını kabul etse de genomda bir gençlik çeşmesi varsa onu ilk bulanın tıbbı yeniden icat edebileceğini savunuyor. Önümüzdeki hafta yapılacak uzun yaşam konferansında da ilginç mevzular tartışılacak. Takipteyim…
Büyük beden kahraman
Dünya mükemmel bir vücudun ve gençliğin sırrını ararken Disney de ilk kez büyük beden kahramanını ortaya çıkardı; Bianca... Bu kısa animasyon film, sosyal medyada çok büyük bir ilgi gördü. Reflect adlı animasyonda Bianca genç bir balerin rolünde. Film, bu kilolu genç kızın kendi imajıyla mücadelesini anlatıyor.
Vücut dismorfisi ve kendinden şüphe duymanın üstesinden gelme hikayesi olarak kurgulanan film altı dakika sürüyor. Vücut dismorfisi (beden algı bozukluğu) olanlar, görünüşlerinde bir ya da birden fazla kusur hakkında düşünmeyi bırakamıyor. ABD’li şarkıcı Taylor Swift’in yeni albümü Midnights’ın çıkış parçası Anti-Hero da bu algıyı destekliyor iddiasıyla büyük tepki çekti. Geçen ay yayınlanan albümdeki Anti-Hero şarkısının klibi, sahnelerinden birindeki ‘şişman’ kelimesini çıkartmak için değiştirildi. Swift’in yönettiği klipte, şarkıcı ‘fat (şişman)’ yazan bir banyo tartısına çıkıyordu. Klipteki yeni düzenleme, şarkıcının yüz binlerce hayranından ve yorumculardan gelen, tartı sahnesinin ‘şişmanlık korkusunu’ beslediği eleştirilerinden sonra geldi.
AH BİR DE KONUŞABİLSEK
Şöyle kedimizi alsak karşımıza, bir güzel dertleşsek... Ya da köpeğimizle konuşarak şakalaşabilsek fena mı olur?
Şimdi olmaz demeyelim, olmaz dediğimiz neler neler var, hayatımızın tam orta yerine yerleşen... Bu konu üzerine de çalışıyorlar efendim... Aslında üzerinde çalışılan şey için Google Translate’in zoolojik bir versiyonu diyebiliriz. Bu çalışmada insansız hava araçları, yapay zeka ve dijital kayıt cihazları kullanılıyor.
Çevremizdeki dünya duymadığımız seslerle titreşiyor. Yarasalar ultrasonla cıvıldaşıyor. Filler birbirlerine infrasonik sırlar söylüyor... Ve daha niceleri...
Yüzyıllar boyunca bu seslerin var olduğunu bile bilmiyorduk aslında. Ancak teknoloji ilerledikçe dinleme kapasitemiz de gelişti. Yakında bir gün bilgisayarlar hayvanlarla konuşmamıza izin verecek gibi görünüyor. Dijital dönüşüm, çevresel yönetişim ve sürdürülebilirlik konusundaki çalışmaları ile tanınan Kanadalı yazar, araştırmacı ve girişimci Karen Baker, ‘The Sounds of Life’ adlı yeni kitabında bu gelişmeleri anlatıyor.
Yağmur ormanlarından okyanusun derinliklerine kadar gezegendeki tüm ekosistemlerde otomatik dinleme direkleri kuruldu. Teknoloji şu anda bal arıları kadar küçük canlılara bile mikrofon takmaya izin veriyor.
Baker tüm bu dijital cihazların gezegen ölçeğinde bir işitme cihazı gibi işlev gördüğünü, insanların doğanın seslerini duyusal yetenek sınırlarının ötesinde gözlemlemelerini ve incelemelerini sağladığını düşünüyor.
Bu teknolojik cihazlar canlı organizmalardan çıkan sesleri inceleyen biyoakustik ve tüm ekosistemler tarafından yapılan sesleri inceleyen ekoakustik alanları anlamaya yardımcı oluyor.
Aslında bu sesler ilk kez keşfedilmedi. Dünyanın dört bir yanındaki yerli topluluklar, hayvanların kendi iletişim biçimlerine sahip olduğunu çok uzun biri zamandan beri biliyor. Batı bilimi yakın bir zamana kadar hayvanların kendi aralarında bir iletişimi olduğu fikrini kabul etmiyordu. Şimdilerde hayvan dillerini konuşmak ve hatta türler arası iletişim engelini aşmak için yapay zekanın, özellikle robotların, kullanılması planlanıyor. Araştırmacılar bunu bal arıları ve yunuslarla, bir dereceye kadar da fillerle yapıyor. Hayvanlarla doğrudan (kendi dilleriyle) bir iletişim kurmayı başarmak kulağa hoş gibi gelse de vahşi türleri evcilleştirmek için manipülasyon yapılması fikri etik bir sorunu da beraberinde getiriyor.
Baker kitabında Almanya’daki bir araştırma ekibinin çalışmasından da bahsediyor. Ekip, bal arısı sinyallerini kodladıkları bir robotu bir kovana gönderiyor. Robot, bal arılarına hareket etmeyi bırakmalarını söylemek için bal arılarının sallanan dans iletişimini kullanarak onlarla iletişim kurmayı başarıyor. Üstelik bal arılarına belirli bir nektar kaynağı için nereye uçacaklarını söyleyebiliyor. Bu araştırmanın bir sonraki aşaması bu robotları kovanlara yerleştirmek. Böylece kovanlar bu robotları doğumlarından itibaren kovanlarının bir parçası olarak kabul edecek ve insanlar kovan üzerinde eşi görülmemiş derecede kontrol sahibi olacak. Tehlike ise arıların sömürülme olasılığı.
İnsanlar geçmişte de hayvanlarla iletişim kurdu. Hoş genellikle primatlara işaret dili öğretmek gibi insan merkezli bir bakış açısı vardı o ayrı. Şimdiki hedef hayvanların kendi dilini kullanarak iletişim kurabilmek. Doğa eşi benzeri olmayan bir senfoni... Dinlemesini bilene...