Yeni güvenlik konsepti ve başarı kriteri
Türkiye, kısaca önleyici ve pro-aktif diyebileceğimiz bir güvenlik konseptini benimsemiş durumda. Irak ve Suriye’de bizatihi sahada bulunarak meselelerin değişim yönünü tayin etmeye çalışıyor. Fırat Kalkanı Operasyonu’yla Kuzey Suriye’de bir nüfuz alanı oluşturmaya, o alanı hem IŞİD hem de PYD’den arındırmaya çalışıyor. Bu hedefinde de epey bir ilerleme kaydetti. PYD/YPG’nin batı yönüne ilerleyişini ve dolayısıyla kantonları birleştirme hedefine şimdilik ket vurulmuş durumda.
Benzer gerekçelerle Türkiye, Musul operasyonunda da aktif bir rol almak istiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ifadesiyle Türkiye, ulusal güvenliğini tehdit eden konularda tehditle kaynağında yüzleşmeyi öngörüyor. Bu siyasete karşı Türkiye’de ne bürokratik ne siyasal ne de toplumsal zeminde gelişen caydırıcı bir direnç bulunmuyor. Asker, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra kaybettiği prestiji bu dış müdahaleler ve siyasal iradeye tâbi olmak üzerinden sağlamaya çalışıyor. Şüphesiz bu koşullar yeni güvenlik konseptinin başarılı bir şekilde uygulanabilmesi için gerekli fakat yeterli değil. Bu iç girdilerin dış girdilerle tahkim edilmesi gerekiyor.
***
Fakat bu yapılırken Türkiye yine altını doldurmakta güçlük çekeceği üst perdeden bir dil kullanıyor. Türkiye dış politikasının uzun bir süre en akut problemlerinin başında gelen kapasite-söylem arasındaki makas giderek daha da açılıyor. Bu makasın kapatılmaya ihtiyacı var.
Türkiye’nin, sahada özellikle sonuç alabileceği başlıkları tespit edip onlara daha fazla yatırım yapması gerekiyor. Örneğin, Irak’ta Sünni Araplar ile Kürtler arasındaki ihtilaf noktalarını gidermeye yönelik bir mesai ortaya koyması gerekir. Eğer bu başlıkta bir ilerleme sağlanamazsa, Türkiye’nin Irak’ta merkezî hükümetin mezhepçi politikalarını ve İran’ın nüfuzunu dengelemesi pek olası gözükmüyor. Bugün hem Sünni Araplar hem de Kürtler merkezî hükümetten gittikçe uzaklaşıyorlar. Gücün gittikçe merkezde konsolide olması, devletin tam sürat Şiileştirilmesi, güvenlik sektörünün milisleştirilmesi ve özellikle Haşdi Şaabi’nin kalıcı bir paralel ordu olarak konumlandırılması hem Sünni Arapları hem de Kürtleri kaygılandırıyor. Bu ortak korkular iki kesim arasında belli bir paydanın doğmasına yol açıyor.
Ancak tarihsel hafıza ve ihtilaflı bölgeler meselesi bu iki grubun merkezî hükümetten kaynaklanan kaygı ve korkularına rağmen ortak bir zeminde buluşmalarını engelliyor. Kürtler, Saddam dönemini ‘Sünni Arap hegemonyası’ üzerinden okuyor. Bu dönemde yaşadıkları katliamlar ve mağduriyeti kısmen bu toplumsal kesime de fatura ediyor. Her ne kadar bu tarihsel hafıza Sünni Araplarla Kürtler arasında anlamlı bir ortaklığın zeminini zehirlese de bu üstesinden gelinmeyecek bir konu değil.
***
Daha pratik ve ortaklık zeminini daha doğrudan ortadan kaldıran asıl başlık “ihtilaflı bölgeler” meselesidir. Kürtlerin, merkezî hükümetle yaşadığı ihtilaflı bölgelerin neredeyse hepsi Kürtlerle Sünni Araplar arasındaki bölgelerde cereyan ediyor. Irak Anayasası’nın uygulanmayan 140. maddesi bu ihtilaflı bölgeler meselesini referandumlar yoluyla çözmeyi öngörüyordu. Bu referandumlarda yerel halka Irak Merkezî Hükümeti’nin mi yoksa Kürdistan bölgesinin mi idaresine girmek istedikleri sorulacaktı. Fakat bu çözüm yolu, üzerinden geçen 11 yılda uygulanmadı ve yakın dönemde de uygulanacak gibi durmuyor.
Bu noktada Türkiye fiili bir insiyatif almalıdır. Sünni Araplar ile Kürtler arasında bu ihtilaflı bölgeler meselesinin çözümü konusunda bir anlayış birliğinin ortaya çıkmasını sağlamaya çalışmalıdır. Zaten Irak’taki Sünni Arap gruplar gittikçe idari üniteler ve vilayetler üzerinden merkezden yerele güç devrini talep eden bir siyasal pozisyona erişmiş durumda. Musul eski valisi Nuceyfi, yakın dönemde bu noktayı daha somut bir zemine yerleştirmeye çalışan ifadeler kullandı. Vilayetler esas alınarak yerele güç devrini talep eden Nuceyfi, ihtilaflı bölgeler konusunda ise ilgili vilayet ile Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nden ortak bir yönetimin bu ihtilaflı bölgelerin idaresini üstlenmelerini salık verdi. Tabii ki bunun uygulanabilmesi Irak Merkezî Hükümeti’nin onayını gerektirecektir.
Bunun ancak geçici bir çözüm olacağı ortadadır. Fakat bu ve benzeri modeller üzerinde kafa yorulması gerektiği de ortadadır. Bu konuda sağlanacak bir anlayış birliği Kürtlerle Sünni Araplar arasında nispi bir mutabakat zemininin doğmasına yol açar. Bu da Türkiye’nin öngörülebilir bir gelecekte Irak’taki etkinliğini sürdürmesinin neredeyse tek anahtarıdır.
Eğer Türkiye, Musul operasyonu sırasında ortaya koymaya çalıştığı önleyici güvenlik konseptini Irak’taki geniş bir toplumsal kesimin rızası ve desteği üzerine inşa etmezse, bu politikasını sürdüremez ve sürdürmeye çalışırsa da işgalci güç pozisyonuna düşer. Şunu unutmamak lazım, Musul operasyonu sırasında İran’ın ismini pek fazla duymuyoruz. Çünkü İran zaten orada geniş bir toplumsal grup, Irak Merkezî Hükümeti ve Haşdi Şaabi yapılanması üzerinden ordusuyla temsil ediliyor. Türkiye de Irak’taki etkinlik ve nüfuzunu ancak benzeri bir formül üzerinden sağlayabilir: Geniş bir toplumsal rıza ve yerel siyasal destek.
***
Bu geniş toplumsal rıza ise ancak Sünni Araplar ve Kürtler üzerinden sağlanabilir. Devletin daha önce sıkça vurguladığı ve uzun süre yatırım yaptığı Türkmenlerin kahir ekseriyetinin Şii olduğu ve Türkiye’nin pozisyonundan ziyade merkezî hükümetin politikalarını daha fazla benimsedikleri ortadadır. Bu nedenle Türkiye’nin eski alışkanlık ve devlet refleksinin bir eseri olarak “Türkmen kardeş/soydaş” söylemi üzerinden yeni Irak politikasını meşrulaştırmaya çalışması hatalı bir politikadır. Bu aynı zamanda Türkiye’nin, Şii dayanışması veya Sünni dayanışması gibi reddettiğini açıkladığı mezhepçi siyasetin etnikçi bir yansıması olur ki; bu da Türkiye’nin hem söyleminin altını boşaltır hem de Irak siyasetini geniş bir toplumsal destekten mahrum bırakır.
Buna ilaveten Türkiye, İran ve merkezî hükümet eleştirilerinin anti-Şii bir ton almamasına dikkat etmelidir. Türkiye’nin bölgedeki uzun vadeli çıkarları Şiiler ile İran arasında bir fark gözetmesini gerektirmektedir. Bir ulus devlet olarak İran’ın siyasetini eleştirirken Arap Şiilerini veya genel olarak Şiileri İran’dan ayrı gören veya ayrıştıran bir dil kullanmalıdır.
Ezcümle, Türkiye’nin yeni güvenlik konseptinin başarısını iç girdiler kadar dış girdiler ve dışarıyı doğru okuması tayin edecektir.