Dış politikada stratejik sıkışmışlık dönemi

Türkiye dış politikasında zor günler geçiriyor. Daha birkaç ay önce dış politika projeksiyonlarına hakim olan iyimserlik veya pozitif beklenti yerini daha negatif senaryolara bırakmış durumda. Ne Amerika'daki yönetim değişimi ne de Rusya'yla açılan 'yeni sayfa' Türkiye'nin beklentilerini karşılamış değil. Tam aksine, bütün işaretler her iki başlıkta da ibrenin daha negatife döneceğine işaret ediyor. Tabiri caizse, Türkiye bir stratejik sıkışmışlık hali yaşıyor. Türkiye'nin temel stratejik hedefleri konusunda hem ABD hem Rusya hem de Avrupa ile sorunlar yaşaması hatta bu güçlerle aynı anda karşı karşıya gelmesi Türkiye'nin yaşadığı stratejik sıkışmışlık halini daha da akut hale getiriyor.

Beklenti - gerçeklik arasındaki makas her geçen gün daha açılıyor. Aslında bu yeni bir şey değil. Söylem - kapasite - beklenti - gerçeklik arasındaki makas uzun süredir Türkiye dış politikasının temel problemlerinden birini teşkil ediyordu. Sadece son bir yıla baktığınızda dahi Türk dış politikasıyla alakalı dört faklı resim veya söylemle karşılaşırsınız. Özellikle dış basında Davutoğlu'nun Dış İşleri Bakanlığı veya Başkanlığı döneminde izlenen dış politikayı ideolojik veya maceracı olarak tanımlama eğilimi güçlüydü. Başbakan ve AK Parti'de genel başkan değişimiyle "dostları artırmak ve düşmanları azaltmak" söyleminde ifadesini bulan daha pragmatik bir dış politika söylemi ve resmi öne çıkarıldı. Aktör değişiminin yanında, İsrail ve Rusya ile yaşanan normalleşmelerin de bu döneme rastlaması bu yeni dış politika söylemine belli bir zemin sundu.

Fakat yeni dönemin içerideki söylemi daha önce dışarıdan Türkiye dış politikasına getirilen eleştirileri teyit eder mahiyetteydi. Niyetlerden bağımsız olarak kullanılan söylem bir önceki dış politikayı bir şahsın (Davutoğlu'nun) tasavvuruna indirgeyen daha ideolojik ve daha maceracı bir şekilde kodluyordu. Bu yapısı itibariyle de bu söylem dış politikaya dair yeni bir beklenti ortaya koymakla kalmıyordu, aynı zamanda bir önceki dış politikayla alakalı söylemsel bir devr-i sabık yaratıyordu. Bu yeni dış politikanın en temel sıkıntılarından birini bu dış politikanın içerisine yerleştirildiği bir dış politika vizyonunun olmaması oluşturuyordu. Jeopolitik gerçekliği ve diğer aktörlerin dış politika vizyonlarını ve tasarruflarını yeteri ölçüde dikkate almayan bu yeni söylem daha reaksiyoner ve daha çelişkili bir dış politika resmi ortaya çıkardı.

15 Temmuz darbe girişiminden sonra, sanılanın aksine, Türkiye daha pro-aktif ve önleyici bir güvenlik ve dış politika konsepti geliştirmeye yöneldi. Fırat Kalkanı Operasyon'undan Musul operasyonu sırasında takınılan tutuma kadar birçok adım böylesi bir politikanın eseriydi. Daha birkaç ay önce tutturulan söyleme rağmen, Türkiye bu yeni dönemde birçok cephede bilfiil olarak ya sert güç unsurlarını kullandı ya da kullanmaya meyilli olduğunu ortaya koydu. Bu dönem Irak, İran başta olmak üzere bölgesel ülkelerle gerilimin daha fazla artmasına yol açtı.

Türkiye, ABD'de Trump'ın iktidara gelmesi ve Türkiye'nin Rusya'yla birlikte Suriye'de yeni bir sürece öncülük etmesi Türkiye'nin bölgesel politikasında yeni bir dönemi başlatacağını ümit ediyordu. Bu yeni dönemde Türkiye, ABD ve Rusya'nın Türkiye'nin Suriye'de hassasiyetlerini, stratejik çıkarlarını ve ulusal güvenlik kaygılarını dikkate alacağını bekliyordu veya en azında umut ediyordu. Dış politikada göreceli ve kısmi iyimserliğin hakim olduğu bu dönem uzun erimli olmadı. Rusya ile ikili ilişkilerde yaşanan kısmi iyileşmenin dış veya bölgesel politikalardaki vizyon farklılığını gidermediği ve ABD'deki iktidar değişiminin Türkiye'yi ilgilendiren bölgesel politika başlıklarında bir değişime işaret etmediği kısa süre sonda anlaşıldı. Tam aksine, daha önceki döneme oranla hem ABD hem de Rusya'nın PYD ile ilişkilerine daha açıktan sahip çıktığı bir dönemden geçiyoruz. ABD askerlerine ilaveten Rus askerleri de PYD armalarıyla resim vermekten çekinmiyorlar artık. Bu görüntülerin Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Putin'in Moskova'da yaptıkları görüşmelerin sonrasına denk gelmesi, medyada ortaya konulan resmin aksine, bu görüşmelerden taraflardan en azından birisinin mutlu ayrılmadığını gösteriyor. Münbiç'teki PYD hatlarının ABD, Rus ve rejim askerleri tarafından tahkim edilmesinden sonra Ruslar bu sefer Afrin'deki PYD hatlarını da tahkim ettiler. Bu yeni dönem, özellikle Suriye bağlamında Türkiye açısından bir stratejik sıkışmışlık halini yansıtıyor. Bu resime rağmen, ABD ve Rusya eleştirilerinin son derece kısık sesle yapıldığı bir dönemden geçiyoruz.

Peki Türkiye bölgesel politikasında yapabileceklerinin sınırlarına mı gelmiş durumda?

Türkiye'nin hareket kabiliyeti ortadan kalkmış ve(ya) dış politikada kullanabileceği opsiyonlar tükenmiş değil. Fakat daha önce mevzubahis olan opsiyonların maliyetlerinde dramatik bir artış yaşanmış durumda. Bu nedenle daha önce Al Bab'ın alındıktan sonra Fırat Kalkanı Operasyonu'nun yönünü Münbiç veya Afrin olacağı şeklindeki söylemler, yani opsiyon, artık daha az duyulur oldu. Bu nedenle, yeni dönemde, Türkiye bölgesel politikasında yeni bir maliyet - opsiyon - vizyon analizi yaparak yeni bir siyaset geliştirmelidir.

YORUMLAR (6)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
6 Yorum