Bir trajedinin otopsi raporu
Bu 14 Şubat, içimize düşen ateşin ve ölümün günü oldu.
Önce sivil dediler, sonra şehit. Dile kolay 13 can, canımız.
Kaçırılmışlar hem de 6 yıl önce.
Ve biz, bizler katledilinceye kadar onların çektiği çilelerden haberdar olmadan yaşamışız.
Kalın karanlık mağaralar, sırlar ve günahlar.
Semih Özbey’in mektubunu okudum, hem de defalarca.
“Kendisiyle uzaktan ya da yakından alakası olmayan kişiler için bir şeyler yapan devletin, ben ve buradaki diğer vatandaşları için hiçbir şey yapmaması, adımızdan dahi bahsetmemesi, yokmuşuz gibi davranması çok manidar ve çok düşündürücü!”
Ortada pek çok soru var.
“13 insanımızın ölümünün sorumlusu kim ?”
Ancak ilk soru belki de “can güvenlikleri neden korunmadı” olmalı...
Türkiye’de devlet güçlü ise bir değil iki değil üç değil, 13 kez, 13 insanımız nasıl ayrı ayrı kaçırılabildi?
6 yıl boyunca neden bu sarsıcı, şaşırtan sessizlik yaşandı?
Bu sorular ortada öyle dururken, Cumhurbaşkanı şarkılı türkülü kongre salonunda açıkladı:
“Bölücü örgüt PKK’nın yıllar önce kaçırdığı, dedim ya bir kısmı beş yıl önce, bir kısmı altı yıl önce kaçırıldı....Ama gel gör ki bunu başaramadık.”
Başarısızlık var ise hukuken hata vardır, ihmal vardır ya da kasıt. Başarısızlık var ise sorumlusu vardır.
13 insanımız kaçırılıp, altı yıl sonra korkunç bir şekilde kurban ediliyorsa ve başarısızlık var ise tüm sorumlularından hesap sorulması gerekir. Bunun PKK’yı korumak kollamakla hiç bir alakası yoktur.
Devletin insanlarının kaçırılması, rehin tutulması ve katledilmesinde hesap verme zorunluluğu vardır. Tabii devlet hukuk devleti ise.
Cumhurbaşkanı ve küçük ortağı ile birlikte tüm siyasi iktidar, soru sorulmamasını istiyorlar.
Hiç bir hukuk devletinde, devletin hesap vermesini istediği için insanlara soruşturma açılmaz, küfür hakaretler yapılmaz.
Hukuk devleti şeffaf bir yönetim ister.
“İnsanın insan olmaktan doğan ve ölünceye kadar olan devredilemez olan temel hak ve özgürlüklerine” sahip çıkan devlet demektir hukuk devleti.
En kutsal canlı insanın, en kutsal hakkı yaşam hakkıdır.
Yaşam hakkı insanın doğal olmayan ölümlere karşı korunmasıdır. Bu koruma kime aittir? Elbette devlete.
Vatandaşının can güvenliğini ortadan kaldıran böyle bir olayda, peşi sıra zafiyetlerin meydana gelmesi büyük bir eksikliği ortaya çıkarmıyor mu? Burada ağır bir devlet sorumluluğu yok mu?
Hukuk devleti kavramını özümsemiş bir devlet ve toplum, insan canının önemini çok derinden hisseder.
Hissetti mi?
Çocuklarımız altı yıl önce kaçırıldı, sessiz geçiştirdik...
Altı yıl boyunca rehin kaldılar, sessiz kaldık.
İnsan yaşamları kutsalımız mı sizce?
Devlet, can güvenliğini esas alıp, Kuşkonar , Güçlükonak, Roboski’yi hukuk devleti berraklığıyla çözse daha mı güçlenirdik, yoksa daha mı zayıflardık?
İnsanlarımızın kolayca kaçırılıp, katledildikleri bir durum söz konusu olur muydu? Yoksa hukukun ateşten çember denetimi bizi daha mı diri tutardı?
Demokratik iktidar yerine, keyfi ve mutlak iktidar isteyen AKP ile küçük ortağının en bedava yakıtı milliyetçilik ve hamasetin büyük bir ateş olduğunu, herkesi yaktığını anlamak için daha ne kadar ölmemiz gerek? Hukuk yerine hamasi bir milliyetçilik çare mi?
“Başarısız olduk” diyen bir Cumhurbaşkanı devletten halkı için hesap sorar, devleti aklamaya uğraşmaz. “Ne güzel şehit oldular” demekle yetinmez.
“Devlet operasyonu” olması bunu değiştirmez ki…
Bu insanlar neden öldü sorusuna çok kızabilir, soruşturmalar açarsınız, hapislere atarsınız, olmadı sokaklarda dövdürürsünüz.
Ama vicdanlara sığmayan gerçekle yüzleşmekten kaçabilir misiniz?
Semih Özbey’in mektubundaki bir cümle, yaşanan korkunç trajedinin otopsi raporu gibi gelip karşımıza dikilir:
“Kendisiyle uzaktan ya da yakından alakası olmayan kişiler için bir şeyler yapan devletin, ben ve buradaki diğer vatandaşları için hiçbir şey yapmaması, adımızdan dahi bahsetmemesi, yokmuşuz gibi davranması çok manidar ve çok düşündürücü!”
Bu mektubu yazan Semih Özbey ve diğer şehitlerimiz, acaba sizlerle ve bizlerle helalleşirler miydi?
Tabii ki devleti, vatanı seviyoruz.
Peki, insanımızı ne kadar seviyoruz?