Esas haliyle ‘Doğu meselesi’
Batı demokrasilerinde vatandaşın temel sorusu ‘nasıl’ yönetileceğidir. İnsanlar kendi günlük hayatlarının, çıkarlarının ve beklentilerinin nasıl etkileneceğini sorgulayarak siyasette taraf olurlar. Bu sayede seçmen kendi kimliğini aşan bir biçimde partiler arası seyyaliyet gösterebilir ve bu da partileri ‘nasıl’ yönetecekleri konusunda daha açık seçik politikalar ve tutumlar geliştirmeleri için teşvik eder.
Böyle bir rejimin ‘doğal’ algılanması ve iyi çalışması, halkın kendisini siyasetten sorumlu hissetmesi ile mümkün olur. Kişinin kendisini bir bütünün parçası olarak tasavvur etmesi, diğer vatandaşlarla aynı siyasi kültürü paylaştığını bilmesi siyaseti yumuşatır. Ben ile biz kavramları arasındaki mesafeyi kısaltan bu özellikler, her bireyin teorik olarak herhangi bir siyasetçi ile aynı imkana sahip olduğunu, dolayısıyla kişinin herkesi yönetici olarak kabul edebileceğini ima eder.
***
Modernlik Batı’nın kendi tarihsel gelişimi sonucunda varmış olduğu bu durumu bir ‘norm’ haline getirdi. Eklemek gerek ki, Batı’nın siyasi kültür alanındaki bu etkisi sadece ‘emperyalist’ bir tahakkümün sonucu değildi. Doğu halkları Batı’ya gerçekten de olumlu ve istenilir bir durum olarak baktılar. Oradaki gibi bir toplum olmayı ve yönetimi ‘normalleştirmeyi’ istediler. Çünkü kendi tarihsel gelişmeleri kendilerine göre bir ‘normal’ üretmişse de, bunun çok da sağlıklı olmadığı açıktı. Bu nedenle Doğu’nun birkaç yüzyıldır temel sorusu kendi ‘harsı’ ile Batı’nın uygarlığını nasıl bütünleştirebileceği meselesi oldu.
Kolay bir mesele değildi, çünkü Doğu’da cemaatçi bir yapı mevcuttu. Çok sayıda etnik ve dinsel kimlik kendi özelliklerini koruyarak yan yana yaşamaktaydı. Ayrıca hiyerarşik bir sosyal yapı gelişmişti. Farklılıklar arasında dikey bir mesafe oluşmuş ve böylece haklardan ziyade imtiyazların anlamlı bulunduğu bir düzen yaratılmıştı. Dolayısıyla Doğu’da Batı’dakinden çok farklı bir siyasi meşruiyet zemini söz konusuydu… Batı’nın kültürel kuşatıcılığına karşı Doğu’da parçalı ve ayrımlaşmış bir kültürel doku geçerliydi.
***
Bu farklılık siyaseti ve siyasete bakışı temelden etkilemeye devam ediyor. Batı modeli demokrasinin Doğu’da niçin zorlandığını anlıyoruz. Çünkü imtiyazların hakların önüne geçtiği heterojen ve hiyerarşik bir yapılanmada, kişiler ‘nasıl’ yönetileceklerinden önce kendilerini ‘kimin’ yöneteceği ile ilgili olurlar. İktidarda kendilerine yakın olan birini isterler. Böylece devlet imkanlarına daha kolay ulaşabileceklerini, adaleti temin edebileceklerini ya da kendi lehlerine çevirebileceklerini düşünürler. İmtiyazlar üzerine kurulu bir rejimde vatandaşın kendi imtiyaz alanını genişletmek üzere oy vermesinden daha doğal ne olabilir? Bu davranış zihinlerdeki normu değiştirmez. İnsanlar bu siyasi sistemin ‘iyi ve doğru’ olmadığını bilir, değişimi duygusal olarak desteklerler. Ama hayatın nesnel ve gerçekçi dünyasında imtiyazlarını artırmanın cazibesi önünde de duramazlar.
Doğu bu ikilemini belki bir çoğunluğun doğru liderlik sayesinde söz konusu kısır döngüyü kırmasıyla aşabilir. ‘Arap Baharı’ beklentiler ve söylem itibariyle bunun arayışıydı… Aynen Türkiye’de AK Parti iktidarı gibi…
***
Ancak arayışın ille de mutlu sonla bitme garantisi yok. Çünkü mesele heyecanı sürekli kılmaktan ibaret değil. Mesele cemaatler yapılanmasından ‘topluma’, ‘ben yönetmeliyim’ dürtüsünden ‘ülke nasıl yönetilmeli’ anlayışına geçmekle ilişkili. Muhtemel bir demokrasinin kapısını aralamak zihniyet dönüşümüne, ayrıca basirete, akla ve tevazuya muhtaç… Bu da hamasetle olmuyor. Kurumların özerkliğini ve açık eleştiri ortamını şart koşuyor.