Türkiye’nin adresi
Meydana çıkarken, bulvardan geçerken, köşeyi dönerken ansızın kaybolur insan. Bir haritaya bakarken kuş bakışı hüsranla karşılaşır. Bir avcun içinde adressiz kalır.
Herkesin çekip gitmek, dönüp gelmek istediği en az bir adres vardır.
Açık adres bir fotoğraftır bazen, canlı konum bir yara. Kaybettiğin o kavga, nereye koyduysan orada.
Kaybolanı ararken kaybolmak en eski dilemma. Kimin nerede kaybolduğunu kim bilebilir oysa?
Devletler kaybolur bazen, hatta halklar da. Nereye ait olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini şaşırınca. Cebindeki adreslerden umut kalmayınca.*
Türkiye’nin adresi, kurulduğu günden beri farklı şekillerde tarif ediliyor. Tüm bu tariflere rağmen açık adres bir türlü yazılamıyor. Hangi coğrafyaya ait olduğunu seçememek de bir kader.
Türkiye’nin açık adresini bilemeden yapılan öznel, duygusal, hamasi yorumlar onu dünyadan tamamen koparıp ayrı bir yere koyuyor. Devletin kesici, geçici ve soyut sınırları düşünce ufkunu, hayal dünyasını, adalet algısını kuşatıyor. Bu tuhaf hal iki sonuç doğuruyor:
İlki yaşadığı bütün sorunların Türkiye ile ilgili olduğunu sanma gafleti. Kapitalizmi, ulus devlet fikrini, suç ilişkilerini, çağ paradigmalarını ıskalayarak Türkiye’ye bakmaya çalışan ve her şeyi yamuk gören bir bakış bu. Tüm faturayı hükümete veya bir toplumsal gruba kesip vicdan rahatlatma fırsatı. Çok beyaz, çok kirli ve çok pratik. Düşünmeden, sormadan, tartmadan konuşmanın kolaycılığı.
İkincisi çok daha güçlü ve kötü. Bu modelde Türkiye’nin dünyanın bir parçası olduğunu unutmanın sonucunda, hak - hukuk gibi bütün kavramlar sadece Türkiye sınırları dışında gündeme geliyor.
Amerikan polisi bir siyahiyi öldürdüğünde polis şiddetini,
Almanya’da Filistin yürüyüşleri yasakladığında gösteri ve yürüyüş hakkını,
İngiliz yayın kuruluşları manipülasyon yapınca özgür medyayı,
Fransa hükümeti peçeyi yasakladığında din ve vicdan özgürlüğünü,
Batılı devletlerin siyahilere yaptığı zulmü konuşurken ırkçılığı,
Çin’deki fabrikalardan, Afrika’daki kakao üretiminden bahsederken emek sömürüsünü,
Amerika’daki evsizlerden konu açılınca barınma krizini,
Güney Amerika’dan bahsederken devletle kol kola giren suç örgütlerini,
Orta Doğu’dan bahsederken faili meçhulleri hatırlıyorlar.
Çünkü bunların Türkiye’de de olduğunu söylemek pek konforlu değil. Batı’nın iki yüzlülüğünden bahsetmek ve hiç karşılaşmayacağı düşmanlara meydan okumak ise oldukça kârlı.
Üstelik böylece vicdanın sesini bastırmak, hiç olmazsa kaybettiği ahlaki üstünlüğü yakaladığını sanmak mümkün olabilir. Yine de öyle kolay değil. Kararmış bir kalp gerekir bunlar için.
Vicdanın sesini bastıramayanların en önemli özelliği çok bağırmalarıdır. Konforlu alanda olmanın hissettirdiği suçlulukla o sahaya girmeyenlere de kızıp dururlar. Zabıta gibi mahalle mahalle gezip tezgah kapatmaya bakarlar.
Hem zabıta hem işporta, hem memur hem sivil,
hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten*
Neyse ki artık haritalar “Şu anda buradasınız” uyarısı ile çalışıyor. Kaybolmuşlar için canlı konum bildiriyorum:
Şu anda buradasınız: Dünya’da ve Türkiye’de. Aynı anda ikisinde de.
Sırtını yaslayıp rahatça oturduktan sonra mırıldayanlar için ayağa kalkıp konuşuyorum:
Hak mücadelesi, adalet arayışı, aktivizm gibi ciddi işler hobi olarak yapılamaz. Sistemi, otoriteyi gerçekten karşısına alabilecek bir cesaret gerektirir.
Çünkü adalet bir bütündür, parçalanamaz. Kırmızı alanlarda, zor zamanlarda, gücün karşısında gereklidir en çok.
Yaşadığımız ülkedeki onca haksızlığı düzeltemediğimiz, İsrail’e giden gemileri durdurmayı başaramadığımız, sivil bir büyük yürüyüşü organize edemediğimiz bu düzlemde vicdandan, adaletten, insanlıktan bahseden herkesin şapkayı önüne koyması gerekir.
Rüzgara karşı yürümekle ip cambazı olmak arasındaki bariz farkı ıskalayanlar en fazla bu yazıda anılacak. Tarih ise şapkasını önüne koyanları, dik duranları, itiraz edenleri yazacak. Selam onlara. Direnişe selam. Daima.