Afgan Semaları
BBC’nin mikrofon uzattığı Afgan Mülteci Said Muhammed şöyle demişti:
“Bizim Afganistan’da 40-50 senedir savaş var. Önce İngiliz geldi, bizi mahvetti. Sonra Rusya geldi, 15-20 sene mahvetti. Sonra 20 sene de Amerika geldi, bizimle her gün savaştı. Şimdi Taliban var, Amerika var, DAEŞ var, NATO var. Kime bakarsam hepsi bizi öldürüyor. (…) Bizim hayatımız mahvedilmiş. 28 yaşındayım, hiçbir gün hayatı bilmedim. Biz hayat istiyoruz. Bu dünyayı yaşamak istiyoruz. Bilmiyorum nerede yaşayayım…”
( https://www.youtube.com/watch?v=26qBP3Q0a_E&t=4s )
Hepimiz izledik. Kabil Havalimanı’ndan kalkan uçakların deposuna, tekerler bölmesine ve hatta kanatlarına tutunmaya çalışan binlerce Afgan, büyük bir izdihamın ve trajedinin içindeydi.
Uçağın kanadında biten hikayeler ne kadar da ağır değil mi? Kaç uçak gerekir böyle bir acıyı kaldırmak için?
Emperyalist işgalin ortasına doğmuşsun, çocukluğun savaşla geçmiş, gençliğin savaşla. Eşin, dostun, sevdiğin bir çatışmada ölmüş. Kaossuz geçen tek günün yok. Bir uçağın kanadında yolculuk etmenin mümkün olmayacağını öğrenememişsin, izin vermemişler buna. Seninle ilgisi olmayan bir savaşın içine doğmuş sonra da fark etmeden parçası olmuşsun. Üryan gelip üryan gideceksin bu dünyadan ama büyük çıkarların kurbanı olmuşsun.
Sonunda en çaresiz anında nereye gittiğinden bile emin olmadığın bir uçağın kanadına tutunmuşsun. Bu savaştan kurtulmayı ummuşsun. Çok uzaklara uçmuşsun…
Sana steril bölgesinden bakmış biri sonra. “Daha uçağa binmeyi bile bilmiyor” demiş. Acına ortak edememişsin onu, yalnızca güldürmüşsün. Saçın sakalın, giyimin kuşamın tuhaf gelmiş ona. Ölürken bile dikkat etmiş modaya. Sana bir gün bile yaşama fırsatı vermeyenler ne şık giyiniyormuş oysa.
Senin de yüzün, hüznün, adın, aşkın, kavgan ve hatıran varmış. Yarım kalsa da...
Neyse ki insanlığın sesi çıkıyor hâlâ.
Başka hikayeler yarım kalmasın diye birileri mücadele etmeye devam ediyor. Dünya çok küçük. Hikayeler kısa. Kavgalar çok eski, keşke eskide kalsa.
Kavgaların siyasetle çözülebileceğini sananlar feci şekilde yanılıyor. İnsanın şahsiyetini tanımadan, hikayesine yaklaşmadan, onu sadece bir veri olarak inceleyen hiçbir alan barışı sağlayamaz.
28 yaşındaki Said Muhammed’in kendisiyle ilgisi olmayan bu savaşın bir kurbanı olduğunu ancak onun hikayesini dinlersek fark edebiliyoruz. Çünkü zihnimiz istatiğe dayalı. “On kişi öldü” dediğinde haberler, bizim kafamızda hemen on sayısı canlanıyor. Oysa on ölü, binlerce hikayeye denk düşüyor.
Bu aralar sinema, hikayeleri hatırlatma görevini çok iyi üstleniyor. Vizyondaki iki iyi film bu konuyu işliyor. Biri Lübnan Semaları diğeri ise Derisini Satan Adam.
Lübnan Semaları müthiş bir film, gerçek bir sanat eseri. İncelikli, sade ve çarpıcı. Lübnan’ın adım adım kaosa sürüklenişini bir çift üzerinden işliyor. Ülkeyi terk edenler, öldürülenler, savaşa katılanlar ve “diğerleri” anlatılıyor. Üstelik tüm hikaye aşkla ve estetikle örülüyor. Anlatımdaki mecazlar gerçeği daha da yakıcı hale getiriyor. Bu kadar acı içinde pişmek için biraz yanmak gerekiyor.
Derisini Satan Adam’da Suriye’de iç savaştan kaçan ve sevdiği kadını bulmak için Avrupa’ya gitmeye çalışan bir adamın hikayesi anlatılıyor. Derisi üzerine “vize” çizilerek sergilenmesiyle hikaye başlıyor. Yüzü görünmeyen, adı önemsenmeyen, hikayesi dinlenmeyen bir adamın hikayesi. Biraz da bizim. Mültecilere nereden baktığımızı gözden geçirmek için iyi bir film.
Filmler elbette savaşı bitirmez. Fakat toplumları etkileyebilir. Tarihi yasalar değil, hikayeler şekillendirir. Bu acı hikayeleri siyasi analizlere, politik hamlelere kurban etmemek için detaylarıyla dinlemek lazım. İnsanların yüzüne bakmak lazım.
Dün “Lübnan Semaları” karanlıktı, bugün Afgan. Başta uzak sanılıyor bakınca burdan.
Mostar’da görmüştüm: Kurşunların delik deşik ettiği duvarı boyayıp, her deliği birer yıldıza çevirdiklerinde şöyle yazmışlardı altına:
“We are all living under the same sky”