Yetkilerin tek elde toplanması iyi miymiş?
TÜİK ve Aile Bakanlığı’nın verilerine gör 2017 yılında 3 milyon 201 bin, 2018 yılında 3 milyon 495 bin kişi devletten sosyal yardım alıyormuş.
Cumhurbaşkanı Erdoğan CB hükümet sisteminin “en büyük kazananı halk olacak, vatandaş doğrudan faydasını hissedecek, bu sistem ile ülke ekonomisinde büyük bir sıçrama gerçekleşecek ekonomideki bu sıçramanın neticesi halka olacak” diyerek oy istediğinde ülkemizde devlet yardımına muhtaç sayısı 3 milyon 495 binmiş.
Türkiye bu sistemle yönetilmeye başladığında vatandaşlarımız geçinmek için devlete muhtaç olmayacaktı, sosyal yardımlarla değil kendi geçimini kendisi sağlayacak duruma gelecekti. Paramız pul değil daha da değerli olacak, Türkiye ekonomisi şaha kalkacaktı. Kişi başına milli gelir 2023 yılında 25 bin dolar olacaktı.
Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan ülkeyi çok daha güzel yönetecekti; hizmet yapmak istediğinde “bürokratik oligarşi” karşınıza dikilmeyecek, “işte bu kuvvetler ayrılığı denen olay var ya, o gelip engel olarak” dikilmeyecekti.
Halka daha iyi hizmetin önündeki en büyük engelin “kuvvetler ayrılığı ilkesi” olduğunu söylüyor ve böyle yakınıyordu Erdoğan.. (17 Aralık 2012, Konya konuşması)
Dolayısıyla halk bu sisteme destek vererek Sayın Erdoğan’ın hizmet yapma konusunda ayağındaki prangaları kırmış olacaktı.
9 Temmuz 2018’de Türkiye resmen “tek kişilik hükümet” modeliyle yani Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine geçti ve artık Erdoğan’ın artık bahanesi de bitmiş oldu. Bunlar Sayın Erdoğan’ın kendi sözleridir.
10 Temmuz 2018’de kamuoyunun önüne Cumhurbaşkanı ve AK Parti Genel Başkanı olarak kameralar karşısına geçen Erdoğan, 16 kişilik “siyasi teknisyen” ekibini (bakanlar) açıkladıktan sonra şöyle demişti:
“1 numaralı Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle anayasamızın verdiği yetkiye dayanarak yeni yönetim sistemimizin çatısını resmen hayata geçirmiş olduk. Ne bizim ne de bizden sonra gelecek olan cumhurbaşkanlarının yürütme konusundaki görevi konusundaki aksaklıklar, eksiklikler konusunda milletimize karşı öne sürebilecekleri bahaneleri kalmamıştır. Dolayısıyla bundan sonra hiçbir mazerete sığınma hakkımız bulunmuyor.”
Sayın Erdoğan bu açıklamayı yaptığında ülkemizde 3 milyon 495 bin kişi devletten sosyal yardım alıyordu, dolar 4.79 lira civarındaydı.
Sonuç ne oldu?
TÜİK ve Aile Bakanlığı’nın verilerine üç buçuk yılda Türkiye’de 11 milyon 370 bin kişi devlete muhtaç hale gelmiş.
Türkiye’de 13 milyon 664 bin emekli var, yaklaşık 10 buçuk milyon emekli 4 bin liranın altında aylık alıyor, Türk İş’in Mart ayı için açıkladığı açlık sınırı 4 bin 628 lira. Bu durumda emeklilerin yüzde 80’nin aylığı açlık sınırının altında.
Burada şunun altını çizmekte fayda var, TÜİK’in işsizlik, yoksulluk, enflasyon gibi başlıklardaki hesaplaması da tam anlamıyla gerçek oranları yansıtmıyor.
Eğitim, sağlık, dış politika, ekonomi, hukuk nereye bakarsanız bakın elde kalıyor, sorunsuz tek bir alan yok.
Çarşamba günü T24 yazarı Yalçın Doğan TÜİK ve Aile Bakanlığı’nın sefaleti kabullendiği verileri Karar TV’de paylaştı, güzel bir yayındı, izlemenizi tavsiye ederim. Sayın Doğan 2021 yılında 1.219 iktidara protesto gösterisi yapıldığını söyledi. Bu her gün en az üç protesto demek!
AK Parti ve MHP’nin Türkiye’yi refaha kavuşturacağı vaadiyle getirdikleri hükümet sistemi ülkeyi felaketin eşiğine getirdi, ekonomik krizin etkileri her geçen gün daha da derinleşiyor. Halk 3,5 liralık ekmeği alamaz hale geldi.
***
Peki içinden geçtiğimiz bu ağır ekonomik krizin nedeni ne? Türkiye 2008 yılındaki gibi dünya da ekonomik krizde olduğu için mi?
Türkiye iyi yönetiliyor ama bu iyi yönetime rağmen mi giderek yoksullaşıyor, her üç kişiden biri işsiz durumda, enflasyon uçmuş durumda?
AK Partiye yakınlığı ile bilinen MAK araştırmanın yaptığı son ankete göre toplumun yüzde 83’ü ekonominin kötü yönetildiğine inanıyor. MAK’ın sahibi Mehmet Ali Kulat ortaya çıkan sonuçla ilgili yaptığı değerlendirme de “Hiçbir zaman böyle bir oran görmedik” demiş.
Gelecek Partisi lideri Ahmet Davutoğlu “Türkiye’de ekonomik kriz yok, kötü yönetim var. Türkiye kötü yönetildiği için ekonomik kriz yaşıyor. Kötü yönetim Türk lirasına değer ve itibar kaybettiriyor” tespitinde bulunmuş, Türkiye’nin bu krizden çıkabilmesi için acilen kuvvetler ayrılığı ilkesinin inşa edilmesi gerektiğini, onay makamı haline getirilen kurumların bağımsızlığına kavuşturulması gerektiğini söylemişti. (2020)
Şimdi şu soruyu sormanın tam zamanı: Bütün yetkilerin tek elde toplanması iyi miymiş?
CB sistemine oy verenler de “tek kişilik hükümet sisteminin” Türkiye’yi nereden nereye getirdiğini gördüler.
İkinci soru, ülkemizde kuvvetler ayrılığının olmamasının acı tecrübelerini fazlasıyla yaşadığı orta iken bunu tecrübe etmeye gerek var mıydı?
Ateşin yaktığı biliniyor, ateş yakıyor mu yakmıyor mu diye tecrübe ediliyor mu?
Kuvvetler ayrılığı olmadan bir ülkede demokrasiden, ekonomik kalkınmadan, iktisadi gelişmeden bahsetmenin mümkün olmadığı da biliniyordu.
1787 ABD Anayasası, iktidarın yayılmacı ruhunu engellemek amacıyla temel ilke olarak kuvvetler ayrılığını benimsemek ve yasama yetkisini Kongreye, yürütme yetkisini Başkan’a, yargı yetkisini ise yargı organına vermekle birlikte, her organın diğer organ üzerinde etkili olabileceği frenler ve dengeler sistemine kaç yüz yıl önce yer verirken, ülkemizde 2018 yılında “kuvvetlerin tek elde toplandığı” hükümet sistemine geçildi.
Burada hukukçu Taha Akyol’un Doğan Kitap’tan yayınlanan “Kuvvetler Ayrılığı Olmayınca: Otoriter Demokrasi 1946-1960” isimli kitabından bahsetmek isterim. Şu günlerde okunması elzem kitaplardan biri, mutlaka okumanızı tavsiye ederim.
Kuvvetler ayrılığının olmamasının nelere mal olduğun, bütün güçlerin tek elde toplanmasının nasıl bir güç hastalığına sebebiyet verdiğini, kuvvetler ayrılığı ilkesinin olmayışının ‘otoriter bir yönetime’ yol açtığını tarihten örneklerle anlatıyor Sayın Akyol.
Sayın Akyol’un kitabı, 1950’de çok partili hayata geçen ülkemizin neden bir türlü hukuk devleti olamadığının hazin serüvenini anlatıyor:
“Türkiye 1950’de çok partili hayata geçti, bir tür rejim değişti fakat anayasa değişmedi, çok partili hayata otoriter siyasi kültürle ve tek parti döneminin 1924 anayasasıyla geçti. 1924 Anayasası’nda temel hak ve hürriyetler yer alıyordu ancak bunları güçlü bir iktidara karşı koruyacak kurumlar yoktu: Kuvvetler ayrılığı yoktu, Anayasa Mahkemesi yoktu, yargı bağımsızlığı yoktu, yargı atamalarını Adalet bakanı yapardı. Daha da önemlisi ‘kuvvetler birliği’ teorisi gereğince, milli iradenin Meclis’te ‘tecelli ve temerküz’ ettiği, bu sebeple Meclis’in çıkardığı kanunların anayasaya aykırı sayılamayacağı düşüncesi hakimdi.” (Sh. 173)
3 Aralık 1945’te “denetimsiz bir sistemin insanları nerelere götürdüğü meydandadır” diyerek İsmet İnönü’yü eleştirerek partisinden istifa eden ve ayrı parti kuran Celal Bayar başta olmak üzere DP iktidarının kuvvetler birliğini savunan konuşmaları yer alıyor kitapta.
Gelelim günümüze…
Türkiye tam anlamıyla hukuk devleti rayına hiçbir zaman oturamamıştı ama bu dönemdeki kadar hukuktan uzaklaştığı da olmamıştı. Devlet mekanizmalarında iyi kötü işleyen bir hukuk ilkesi vardı, hiçbir dönem bu kadar kötü olmamıştı. İktidarların iyi kötü sınırı vardı. Hesap veriyordu. Bugün öyle mi? Türkiye’nin “tek kişilik hükümet sistemine” geçmesinin faturasını, bedelini kim ödüyor, acısını kim yaşıyor?
Soruyu bir de şöyle sorayım: Tarihin bütün olumsuzluklarıyla tekerrür etmesinin bedelini kim ödüyor?
AK Parti ve MHP cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminden memnun olduklarını ifade ediyorlar. Peki bu sisteme oy verenler de memnunlar mı?