Vefatının 20’nci yılında Bekir Sıdkı Sezgin
Bekir Sıdkı Sezgin... Teganni ve teren nüme başladığı zaman, “gemiler geçmeyen umman”ı önünüzde bütün ihtişamıyla açan ve sizi sesten, ışıktan örülmüş bir kâinata davet eden büyük sanatkâr...
Onu ilk defa 1970’lerin başında bir gece TRT’de dinlemiştim; ekran başına büyülenmiş gibi çakılıp kaldığımı çok iyi hatırlıyorum. Tek kanal olduğu için herkesin ne olursa seyrettiği yıllardı ve eminim başka kanal olsaydı hemen ona geçerlerdi. Benim adeta “ezelden âşina” olduğum bu sesin ve icranın farklılığını o sırada, o kalabalık mekânda başka fark eden yoktu. Bilmiyorlardı ki, aslında bu ses ve tavırda bütün bir medeniyet konuşuyor; bin bir türlü ihanete ve saldırıya uğramış olmasına rağmen direnen bir medeniyet...
***
Bekir Sıdkı Bey’i canlı olarak ilk defa nerede ve ne zaman dinlediğimi ne yazık ki hatırlamıyorum. Hafızamdaki ilk net görüntüler, 1980’lerde İstanbul Müzik Festivali kapsamında verdiği Aynalıkavak ve Topkapı Sarayı konserleridir. O yıllarda Tercüman gazetesinde kültür-sanat sayfasını hazırladığım için kendisini çeşitli vesilelerle görüşerek yakından tanımıştım. Son olarak 1995 yılında onu ve Aleaddin Yavaşca’yı tanıtan belgesellerin ilk gösterimi sırasında, Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda görüşmüştük; yüzünden eksik olamayan o sevimli tebessümle bel fıtığından şikâyet etmişti, ayakta fazla duramıyordu. Fakat çok mutluydu; çünkü o kadar insan onu ve Yavaşca’yı daha yakından tanımak için orada toplanmıştı. Ve artık oğlu Kutsi’den bir torun sahibiydi; bundan bahsederken gözlerinde beliren “mutluluğun resmi”ni yapabilmeyi ne kadar isterdim.
***
O geceden sonra bir daha görüşemedik; fakat hep arayıp portresini yazmak istedim. Fakat basiretim bağlanmış olmalı, bugün, yarın derken vefat haberini alınca yaşadığım derin pişmanlığı tarif edemem. Böyle ihmaller ve aptalca geç kalışlar ne kahredici!
1996 yılının 10 Eylül’ünde -saatin kaç olduğunu hatırlamıyorum- telefonum çaldı; müşterek bir dostumuz son derece hüzünlü bir sesle Bekir Sıdkı Bey’in vefat haberini verdi. Çok sarsılmış ve üzüntümü ifade edecek kelime bulamamıştım. Daha sonra öğrendiğime göre, bir boşanma davasında şahitlik etmek üzere Adliye’ye gitmiş; duruşmadan sonra kendisini tanıyan hâkimlerle ayaküzeri sohbet ederken âni bir kalp sektesiyle olduğu yere yığılıp kalmış.
Evet, o koca sanatkâr, henüz genç denebilecek bir yaşta göçüp gitmişti, tam altmış yaşındaydı. Medya bu haberi hemen fark edilmeyecek köşelerde sıradan bir habermiş gibi verdi. Basında onu çok seven bazı yazar dostlarının derin üzüntülerini ifade ettikleri yazıları olmasaydı, belki birçok insanın bu büyük kayıptan haberi olmayacaktı.
Bekir Sıdkı Bey, sadece büyük bir sanatkâr değil, aynı zamanda bir mücadele adamı, kendi sahasında erişilmez bir yetkinlikle temsil ettiği medeni yeti ve inandığı değerleri bütün ömrünce savunmuş bir “mücahit”ti. Mütekebbir değildi ama kendi değerinin ve seviyesinin farkındaydı; gereksiz tevazu gösterilerine kalkışmıyor, yeri geldiğinde şahsiye tini güçlü bir biçimde vurgulayarak fikirlerini en üst perdeden ifade etmesini biliyordu.
Doğrusu, sanatkârlık gururu, çok az insana, ona yakıştığı kadar yakışmıştır.
***
Bekir Sıdkı Bey’den on yedi gün sonra da Zeki Müren, İzmir’de bir tören sırasında ağır bir kalp krizi geçirerek ölüverdi. Bazı televizyonların alt yazılarla, bazılarının da normal yayın akışlarını keserek bu önemli haberi seyircilerine duyurduklarını hatırlıyorum. Ertesi gün en ciddi gazetelerin manşetlerinde bile “Sanat Güneşi”mizin ölüm haberi vardı.
Hem icracı, hem de bestekâr olarak sanat kudretinden hiç kimsenin şüphe etmediği Bekir Sıdkı Sezgin’in ölüm haberini duyurmaya bile gerek görmeyen medyanın Zeki Müren’e gösterdiği bu büyük ilgi şaşırtıcıydı. Bu vesileyle, o tarihte cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’in de bir Zeki Müren hayranı olduğunu öğren miştik. Cumhurbaşkanlarını bile hayran eden bir sanatçının devlet töre niyle gömülmesinden daha tabii ne olabilirdi? O günlerde bu meseleyi ele aldığım bir yazımı şu cümleyle noktalamıştım: “Bekir Sıdkı Sezgin mi? O da kim?”
***
Bekir Sıdkı Bey, değerine bütün kalbiyle inandığı kültürümüzün bir mücahidi olmakla beraber kavga adamı değildi; mücadelesini bilgisiyle, birikimiyle ve sabrederek sürdürdü. Piyasaya da sonuna kadar direnerek eğlence sektörüne hiç bulaşmadı. O, ihmal ve inkâr devirlerinde ayağa düşürülen, yerlerde sürünen musikimize itibarını asıl mânâsında iade etmek istiyordu. Bu sebeple kendisini maddî refaha ve şöhrete kavuşturacak bütün cazip (!) teklifleri reddetmiş, yoluna kendisine inananlarla devam etmişti. Sıradanlığa, alelâdeye, pestenkeraniye tahammülü yoktu. Eğer zaaf gösterseydi, o da “sanat güneşi” gibi sürmanşetlerle ve devlet töreniyle uğurlanabilirdi.
Bekir Sıdkı Bey, büyük bir icracı, kudretli bir bestekâr ve mütevazı bir insandı. Bu dünyadan âlây-ı vâlâ ile değil, sevenlerinin ve talebelerinin omuzlarında sessizce uğurlanmayı tercih etti. Arkasında muhteşem bir manevi miras bırakarak…
Büyük sanatkârı vefatının 20. yılında rahmetle ve minnetle anıyorum.