Sultan Abdülhamid biyografisi yazmak
Sultan II. Abdülhamid, tam yüz yıl önce bir çeşit hapis hayatı yaşadığı Beylerbeyi Sarayı’nda vefat etti ve dedesi II. Mahmud’un Divanyolu’ndaki türbesine defnedildi. Aslında Fatih Türbesi’ne gömülmek istiyordu, fakat devrin iktidarı buna izin vermedi.
Cenaze törenine şahit olanların anlattıklarına göre, imparatorluğun dağılmasıyla sonuçlanan felaketli senelerde onun devr-i saltanatını mumla arar hâle gelen halk Divanyolu’na akın etmişti. Cadde ve caddeye çıkan sokaklar hıncahınç dolu, pencereler, damlar, ağaçlar, duvarlar salkımsaçaktı. Ağlayanlar, hıçkıranlar, hatta gözyaşları içinde “Bizi bırakıp nereye gidiyorsun?” diye haykıranlar vardı.
Sultan Abdülhamid hal’ edilmemiş olsaydı, Trablusgarp ve Balkan Harpleri çıkmaz mıydı? Sonuna kadar Birinci Dünya Harbi’nin dışında kalabilir, imparatorluk coğrafyasının tamamını elimizde tutabilir miydik? Bu sorulara verilebilecek hiçbir cevap spekülasyon olmanın ötesine geçemez. Bazan şartlar, aldığınız bütün tedbirlere rağmen sizi hiç istemediğiniz maceralara sürükleyebilir.
Tarihi değiştirmek mümkün olmadığına göre, düşmanlık ve taraftarlık duygularını bir yana bırakarak olup bitenleri akl-ı selimle değerlendirmek gerekir.
***
Son yıllarda gündemden hiç düşmeyen, şu sıralarda da bir televizyon dizisi ve vefatının 100. yılı dolayısıyla gündemi neredeyse Zeytin Dalı harekâtı kadar işgal eden Sultan Abdülhamid’in büyük bir devlet adamı ve bir diplomasi dehası olduğu, ülke çapında göz kamaştırıcı bir eğitim seferberliği başlattığı ve muhaliflerinin bile onun açtığı mekteplerden yetiştiği unutulmamalıdır. Ancak devleti ayakta tutmak için almak zorunda kaldığı tedbirler ve bu tedbirleri uygulayanların aşırılıkları yüzünden, İslâmcı, Türkçü ve Garpçı bütün aydınların üzerlerinde çok ağır bir baskı hissettikleri de bir gerçektir. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra bir volkan patlamasını andıran yayın patlaması bu baskının mahiyeti hakkında açık bir fikir verir.
Şu gerçeği de göz ardı etmemek gerekir: Lehinde ve aleyhinde onca güftüguya rağmen derli toplu tek Abdülhamid biyografisi François Georgeon tarafından yazılmıştır. Bu büyük padişahın şahsiyeti ve otuz üç yıllık saltanatı hâlâ popüler yazarların belirledikleri çerçevede tartışılıyor. Türk tarihçiliği için bunun büyük bir ayıp olduğunu ayrıca belirtmeye gerek var mı? Bütün peşin hükümlerini paranteze alarak işe soyunan ve elbette akademik titizlikten taviz vermeyen bir biyografi yazarının kaleminden çıkacak sağlam bir Abdülhamid biyografisine ihtiyacımız var.
Peşin hükümleri paranteze almak dedim, olumlu ve olumsuz bütün peşin hükümleri...
***
Midhat Cemal Kuntay’ın “Abülhamid’in Kütüphanesi ve Zabıta Romanları” başlıklı bir yazısı vardır. Bir kitabı incelemek için Üniversite Kütüphanesi’ne giden yazar, Yıldız Sarayı Kütüphanesi’nin oraya taşınmış olduğunu öğrenince heyecanlanır ve hiç sevmediği bu hükümdarı daha yakından tanımak için kitaplarını gözden geçirmeye başlar. Kütüphanenin birinci bölümünde, yazıları, tezhipleri, minyatürleri ve ciltleriyle nefis, paha biçilmez kitaplar vardır, ikinci bölümünde ise cinaî romanlar…
“İnsan düşmüşleri hep kabahatli görmek ister,” diyen Midhat Cemal şöyle devam eder: “Bence de şimdi Abdülhamid’in birçok kusurlarından biri de bu cinaî roman merakıydı ve otuz üç sene korktuğum adamın bir kabahatini daha yakalamış olmaktan memnundum. Fakat bu saadetim uzun sürmedi. Çünkü birdenbire zihnimden mühim adamlar geçti, onlar da cinaî romanlara bayılmışlardı. Mesela Bismarc, mesela Romanya kralı I. Şarl, sonra mesela Aristide Briand...”
Polisiye romanı önemsiyorsanız, Abdülhamid’in bu merakını bir meziyet olarak ele alabilir, aksi takdirde onun kusur ve zaaflarından biri olarak kullanabilirsiniz. Gerçekleri arayan bir biyografi yazarı ise bu merakın arkasındaki sebepleri araştırır. Şedit bir muhalif olan Midhat Cemal, Abdülhamid’in Bismarc gibi büyük devlet adamlarına benzemesinden rahatsız olmakla beraber, belli ki gerçeği saklamayı –işini ciddiye alan bir biyograf olarak- kendine yakıştıramamış.
***
Midhat Cemal, aynı yazıda Abdülhamid’in kütüphanesini incelerken içeriye her halinden sahtelik akan bir adam girer. Kütüphane müdürü tarafından tanıştırıldığı adamın çenesinde sakal, cebinde Fransızca bir kitap, koltuğunda İngilizce gazete, elinde de pertavsız vardır. Sesi ise öğreten bir ses… Sultan Abdülhamid’in korkularını ve polisiye roman merakını bir ruh doktoru edasıyla tahlil etmeye başlayan adam -ki arasıra İngiliz mendilini çıkarıp enfiye çekerek hapşırmaktadır- “müstebid” hakkında otuz üç ciltlik bir eser yazacağını söyler. Her yıla bir cilt... Midhat Cemal “Aleyhinde mi?” diye sorunca “Bu nasıl lâkırdı,” der, “tabii ki aleyhinde. Eserim bittiği zaman kütüphanenizde otuz üç senelik cinayetleri ciltlenmiş olarak bulacaksınız!”
Hikâyenin devamı şaşırtıcıdır: Midhat Cemal, ertesi gün tramvayda rastladığı yaşlı bir dostuna bu “monşer” kılıklı adamı sorar. Bâbıâli’nin eski memurlarından olan dostu acı acı güler ve der ki: “Abdülhamid devrinde sefirdi. Jurnallerini ciltlettirsen Evliya Çelebi Seyahatnamesi kadar bir kitap olur.”
***
Sultan Abdülhamid hakkında yazılıp söylenenleri analiz ederken bunları söyleyenlerin pertavsızlı ve İngiliz mendilli adam tıynetinde olup olmadıklarına da bakmak gerekir. Samimiyetle muhalefet edenlere saygı duyulur; fakat muhalif veya muvafık görünüp saman altından su yürüten jurnalcilerin az olmadığı da biliniyor.
Velhasıl, bir Abdülhamid biyografisi yazmaya soyunacak tarihçinin işi zor, hem de çok zor.