Necip Fâzıl ve ağaçlar
Necip Fâzıl hayranları, onun Bir Adam Yaratmak isimli oyununu çok iyi bilirler. Bu önemli oyunun kahramanı Hüsrev meşhur bir oyun yazarıdır. Son oyunu olan “Ölüm Korkusu”nun kahramanı, babası gibi kendisini bir incir dalına asarak intihar eder. Gazeteciler, Hüsrev’in babasının da kendisini yalının bahçesindeki incir ağacına asarak intihar ettiğini öğrenince, oyunun kahramanıyla yazarı arasında ilişki kurar ve etrafında gittikçe daralan bir çember oluştururlar. Sonunda bu çevrenin etkisiyle oğlunun kendini asmasından endişe eden Ulviye Hanım, incir ağacını dibinden kestirerek Hüsrev’in bütün dünyasını yıkacaktır.
Bana öyle geliyor ki, Necip Fâzıl, bu incir ağacını oyunun O ve Ben’de dedesinin Çemberlitaş’taki konağını anlatırken söz ettiği dut ağacından ilhamla eklemiştir. Eski İstanbul evlerinin hemen hepsinde küçük veya büyük bir bahçe, bu bahçelerde kestane, çınar, çam gibi ağaçların yanı sıra mutlaka incir, dut, kiraz, elma, erik gibi meyve ağaçlarının birkaçı bulunurmuş. Eskilerin hatıralarında bu sebeple ağaçların da hatırı sayılır bir yeri vardır. Mesela Asaf Hâlet Çelebi, “Doğduğum Evin Penceresi” isimli şiirinde doğduğu odanın önündeki çam ağacından söz eder.
Necip Fâzıl da doğduğu ve çocukluğunu yaşadığı Çemberlitaş’taki konağın bahçesini bezeyen, “yakın bir tanıdık gibi suratının bütün çizgileriyle tanıdığı” incir ağacını hiç unutmayacaktır.
***
Sadece evlerdeki ağaçlar değil, çevredeki ağaçlar da eski İstanbulluların hafızalarında derin izler bırakırdı. Sahil yolu açılırken, İstanbulluların Sakızağacı Mahallesi’nin denize temas ettiği noktada, Sakızın Burnu’ndaki bin iki yüz yıllık sakız ağacını kestirmemek için yaklaşık bir ay direndiklerini rahmetli Turgut Cansever sık sık anlatırdı.
Ağaçların eski İstanbullular için ne ifade ettiğini Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Sahnenin Dışındakiler romanın hemen başındaki mahalle tasvirini de okumak gerekir. Bu tasvirde İstanbulluların ağaçların dibinde evliyaların yattığına dair rivayetler ürettiklerine bile işaret edilmiştir.
Yahya Kemal de “Itrî” şiirinde büyük bestekâr Buhurîzade Mustafa Itrî’ye yedi yüz yıllık hikâyemizi ihtiyar çınarlardan dinletmişti.
***
Bir Adam Yaratmak piyesinde, Ulviye Hanım’ın yalının bahçesindeki incir ağacını keserek oğlunun dünyasını yıktığından söz etmiştim. Hüsrev, oyunda bu incirin kendi hayatındaki yerini şöyle açıklıyor:
“Bu incir ağacı, bilseniz bana neler hatırlatmaz. Bütün bir çocukluk, bütün bir geçmiş zaman. Eski İstanbul kadınlarını bilmem hatırlar mısınız? Hayal dediğiniz kudret işte onlardaydı. Benim bir büyükannem vardı ki bu incir ağacının dibinde, göze görünmez bir cin ve peri âlemi tasavvur ederdi. Çocukken, beni bu incirin dibinde oynamaya bırakmazlardı. Bir gün orada oynarken ayağım kayıp yere düştüm. Sabahtan akşama kadar mutfakta cinlerin öfkesini dindirecek şerbetler kaynadı. Sihirbaz değneklerine benzer kepçelerle uzun uzadıya bir kazanı karıştırdılar. İncirin dibine döktüler. Cinler tatlıyı severmiş.”
İncir ağacı kesildikten sonra Hüsrev’le annesi arasındaki şu diyalog çok etkileyicidir:
- Anne ben o ağaca baktığım zaman babamı görmüş gibi oluyordum. Babamı göreyim diye rıhtıma çıktım. Aradım, aradım. Nihayet onu ta dibinden ve toprak hizasından kesilmiş buldum.
- Yavrum! Bu kadar fena bir hâtırası olan ağacı niçin müdafaa ediyorsun?
- Çünkü o babamdı. O bendim. O çocukluğumdu. O her şeyimdi. Küçükken onun dibinde oynardım. Ona yaslanır, bulutları seyrederdim. Gölgesine sığınırdım. O benim dadımdı. O senden sonra sevdiğim her şeydi. En sevdiğim şeyden en büyük fenalığı gördüm. Babam kendisini ona astı. O benim yine en bağlı olduğum şey kaldı. Şimdi onu kestiniz. Ta dibinden, toprak hizasından kestiniz. Böylece dünyamı kesmiş oldunuz. Artık anlıyorum ki dünyam, ta dibinden, toprak hizasından kayboldu.
Ulviye Hanım oğlundan af diler, gitmemesi için ağlayarak yalvarırsa da sözünü dinletemez. Hüsrev’in son sözü şu olur: “Ne yapayım anne? Kestiniz incir ağacımı!”
***
Çıkardığı ilk dergiye Ağaç adını vermesi, Necip Fâzıl’da ağaç fikrinin çok güçlü olduğunu göstermektedir. “Büyüklüğü, olgunluğu, erginliği, bir kelimeyle perfeksiyonu” temsil eden ağaç, Üstad’a göre, toprak üstünde ve altındaki gür ve dolaşık varlığıyla, madde ve ruh gibi, her şeyin bir dış ve bir iç yüzü bulunduğuna işaret eden güçlü bir sembol, kökleri, gövdesi ve dallarıyla “muhite doğru namütenahi dağınık ve çok, merkeze doğru nâmütenâhî toplu ve tek bir şahsiyet muvazenesinin en eşsiz örgüsüdür.”
Bu ilgi çekici fikirlerini Ağaç dergisinin birinci sayısındaki “Adımız” başlıklı sunuş yazısında açıklayan Necip Fâzıl, ağacın, insanoğlunun gözünde, dünyaya bastığı günden beri çözülmez bir bilmece olduğunu söyler ve yazısını şu cümlelerle tamamlar:
“Ağaç bize, dünyaya geldiğimiz günden bugüne kadar içimizi dolduran anlama ve arama sıkıntısının dehşetli anatomisi halinde görünüyor. Gözlerimiz ona daldığı zaman, garip bir röntgen ışığı altında ruhumuzun bin kollu iskeletini görmüş gibi ürküyoruz. Sanki bu fevkalâde şahsiyetin hendesesindeki nizamla, içinde Allah’ın sırları yatan ruhumuzun hasret çektiği nizam arasında gizli bir yol meydana çıkıyor.”
Dikkatinizi çekti mi bilmiyorum; Necip Fâzıl’ın bu paragrafta söylediklerini Yunus Emre asırlarca önce iki mısrada özetlemiş:
Gider idüm ben yol sıra yavlak uzamış bir ağaç
Böyle latîf böyle şîrîn gönlüm eydür birkaç sır aç
***
Ağaçlara kutsiyet izafe edilmesi, bazıları için evliya menkıbeleri üretilmesi yahut diplerinde cinlerin perilerin mekân tuttuğuna inanılması, bu ağaçlara bir çeşit dokunulmazlık sağlıyordu. Kim bilir, belki de bu rivayetler birileri tarafından şuurlu olarak üretilmişti.
Eğer bir ağaçla ilgili hatıranız varsa, o ağaç sizin için özel bir anlam ifade ediyorsa, kesilmesi herhangi bir uzvunuz kesilmiş gibi acı verir. Güzelim ağaçları hiç acı duymadan kesebilenler, o ağaçlarla, dolayısıyla şehirle, medeniyetle ve elbette tabiatla sağlıklı ilişki kuramamış olanlardır.
Ancak ağaç sevgisini bir çeşit fetişizme dönüştürmenin yanlış olduğunu da vurgulamak isterim. Özellikle tarihî âbideleri kuşatarak onları görünmez kılan ağaçların seyreltilmesi yahut bodur ağaçların dikilmesi gerektiği kanaatindeyim. Ziyaret etme imkânı bulduğum hiçbir tarihî şehirde âbidelerin mesela Sultanahmet Camii gibi göklere ser çekmiş ağaçlarla kapatıldığını görmedim. Sarayburnu’ndaki ağaç kalabalığı yüzünden Topkapı Sarayı’nı da “hey’et-i umumiye”siyle göremiyoruz. Özellikle belli bir mesafeden bakıldığında Topkapı Sarayı ağaçlar tarafından neredeyse tamamen yutulmuş görünmektedir.
Ağaç -hiç şüphesiz- eski mimarimizin tamamlayıcı unsurudur; muhteşem bir çınarla bütünleşmemiş âbide yok gibidir. Fakat eskiler hiçbir âbideyi bütünüyle görülüp algılanmasını engelleyecek şekilde ağaca boğmamışlardır.
Eski İstanbul fotoğrafları incelenirse, ne demek istediğim herhalde daha iyi anlaşılacaktır.