Nâzım Hikmet'e göre 'uşşakların uşşşağı'
Bu köşede geçen yıl yayımlanan bazı yazılarımda Nâzım Hikmet’in Yahya Kemal ve Mehmed Âkif’le ilgili düşüncelerinden söz etmiştim; bu yazıda da Ahmet Hâşim’le kavgasını anlatmak istiyorum. Hâşim, Nâzım’a dargın olarak seksen beş yıl önce 4 Haziran’da, Nâzım da aşırı tepkisine nedamet getirmeden elli beş yıl önce 3 Haziran’da hayata veda etmiştir.
Nâzım Hikmet’in şiirlerinden övgüyle bahseden ilk yazar, Ahmet Hâşim’dir. “Yeni Bir Şair Hakkında Birkaç Satır” başlıklı yazısında Moskova’dan yeni bir sesle ve şiir anlayışıyla dönen Nâzım’ı samimiyetle övmüş, hatta Vakit gazetesinin yazarlarından biriyle onun için tartışmaya girmişti. 835 Satır hakkında da övgü dolu bir yazısı vardır. Ne var ki, Abdülhak Hâmid ve Mehmed Emin Yurdakul hakkında ters düşünce, Nâzım’ın Yakup Kadri için yazdığı hicviyenin benzeriyle karşı karşıya kalacaktır.
***
Ahmet Hâşim, 1929 yılında Resimli Ay dergisinde “Putları Yıkıyoruz” kampanyasını başlatarak devrin tanınmış şairlerine ağır bir biçimde saldıranları İkdam’daki köşesinde kolay şöhret aramakla suçlandırmış, birkaç gün sonra çıkan “Gülünebilir” başlıklı yazısında da aynı kişileri şu cümleleriyle hedef almıştı: “Mutavassıt zekâ anlayamadığı işlerin düşmanıdır. Onun için ekser dâhiler birer deli, birer şarlatan, birer mücrim sıfatıyla orta zekânın husumetine kurban gittiler.”
Bu cümlelerden alınan Nâzım Hikmet’in tepkisi çok sert ve insafsızcadır. Portreler adlı kitabında da yer alan “Cevap No. 2” başlıklı hicviyesinde, Ahmet Hâşim’e Bağdatlı dilenciliği, emperyalizm uşaklığını, serseriliği ve şaklabanlığı yakıştırmıştır. Ömrünün sonuna kadar kıt kanaat geçinen bir şairi Düyun-ı Umumiye’de ve Osmanlı Bankası’nda çalıştığı için aşağılayan Nâzım, bu kadarla da yetinmemiş, hicviyenin sonuna doğru hakaretin dozunu yükselterek tehditler savurmuştur:
“… dostun Karamaçabey gibi /kaldırıp kaldırıp yere çaaal-mak için/canını burnundan aaal-mak için,/bulacağım seni./Koca göbeklerin Russell kuşağı sen,/sen uşşşak murabbaı,/sen uşşşak mik’abı/satılmış uşşakların uşşşağı sen!!!”
Mısralarda kalmayan bu tehdit yüzünden cebinde tabanca taşımaya başlayan Hâşim’in daha sonra kendiliğinden patlayabileceği korku suyla bundan vazgeçtiği anlatılır. Mizah dergilerine bile konu olan bu hadise hakkında Akbaba dergisinde şöyle bir fıkra yayımlanmıştır:
“Bir gün Nâzım Hikmet, Hâşim’e ‘Onu döveceğim’ diye haber yollamıştı. Hâşim telâş içinde “Şimdi ben ne yapayım?” diye Falih Rıfkı’ya koştu:
Falih alay etti:
“Yanında bir tabanca taşı.”
Fakat Hâşim o kadar telaşta idi ki, şakayı fark edemedi:
“Peki,” dedi, “haydi gidip bir tabanca alalım.”
“Senin evinde tabancan yok mu?”
“Var,” dedi, “var ama o olmaz.”
“Neden?”
“Vallahi on beş senedir dolapta dolu duruyor. Artık o kadar dolmuş, o kadar dolmuş ki, parmağımı dokunsam patlayacak sanıyorum.”
***
Nâzım’ın görüş ve ithamları daha sonra başka Marksist yazarlarca da tekrarlanmıştır. Kerim Sadi, Hâşim’in ferdiyetçi bir şair, yani “ruhunun duvarları içinde hapsolmuş bir zin dan mahkûmu” olduğunu, “fakat sihirli mısralarla mahpesinin duvarlarını bir mabet gibi bezediğini ve zindanını, sanatın tılsımı ile muhayyel bir saray bahçesi haline getirmeğe çalıştı”ğını, tapındığı şeytan, yani principium individuationis tarafından kendisine armağan edilen murassa prangaları boynuna takıp cehenneminde yalnız başına dolaştığını, ormandan kaçırılıp demir bir kafese tıkılmış goril gibi ruhen hasta ve tipik bir “küçük burjuva münevveri” olduğunu iddia etmiştir.
Ahmet Hâşim, Abdülhak Hâmid’le birlikte… Hâşim, “Şair-i Azam”ı savunduğu için Nâzım Hikmet’in hücumuna uğramıştı.
Hükümlerinde Nâzım kadar insafsız olan Kerim Sadi, bunları söyledikten sonra zavallı Hâşim’in edebiyat tarihindeki yerini kendince belirleyiverir: “Dejeneresansa uğramış uzuvların muhafaza edildiği teşrîh-i marazî kavanozları vardır: İşte şair Ahmet Hâşim’in edebiyat tarihindeki yeri.”
Şu ilgi çekici -ve tuhaf- tespitler de aynı yazara aittir:
“Hummalı bir dâüssıla ile perdelenen gözlerinde daima yıldızlı çöl geceleri, kum denizinin altın hörgüçlü develeri ve bir vaha vardı. Bunun içindir ki ‘Makine Edebiyatı’na ilk isyan bayrağını açanlardan biri de o olmuştu.”
Hâlbuki bu yazının başında da belirttiğim gibi, Nâzım’ın şiirini belki de ilk alkışlayan Ahmet Hâşim’di ve şöyle diyordu:
“Maşukasına hazin veya acıklı şeyler söylemek için eskiden ‘üç telli’ âşık sazı kullanan Nâzım Hikmet şimdi maşukayı da, sazı da köhne eşya gibi birer tarafa fırlatarak korkunç bir dağ tepesinde gürleyen bir bahar fırtınası halinde, şimşekler, dumanlar, âni lâcivert parıltılar içinde; eski, kendisinin kaçan gülünç hayaline karşı vahşi bir sesle bağırıyor.”
Bütün bu kavgalar elbette çok geride kaldı; büyük edebî mirasımıza artık taraftar psikolojisiyle değil, ortak zenginliğimiz olduğunu bilerek bakmamız gerekiyor.