Mehmed Âkif , Kudüs ve Hüseyin Dâniş’in bir şiiri
Geçen haftaki yazımda Kudüs, Mescid-i Aksa ve dolayısıyla Filistin meselesinin edebiyatımızda yeterince yer almadığından söz etmiştim. Bu yazıyı yazdıktan sonra Mehmed Âkif’in niçin sustuğunu merak ettim, makul bir cevap bulamadım. Sonra birden aklıma Midhat Cemal Kuntay’ın Mehmed Âkif (1939) isimli eserinde Kudüs’le ilgili bir anekdotun bulunduğunu hatırladım. Kuntay, Tevfik Fikret’in meşhur “Halûk’un Amentüsü” şiirindeki “Milletim nev’-i beşerdir, vatanım rûy-i zemîn” mısraına Âkif’in çok sinirlendiğini yazar. Bir gün bu mısraı hatırlattığında, Âkif , “Sen de bu yalana inanıyor musun?” dedikten sonra şunları söylemiş:
“Avrupa’nın nev’-i beşerine, rûy-i zemînine Türkler ve Müslümanlar dâhildir sanıyor musun? Umumi Harp’te biz üç kişi Berlin’e gittiğimiz zaman Alman hükümeti bize ne dedi bilir misin? Türklerle ittifak ettik diye Rayiştak’ta Katolik mebuslar bağırıyorlar, ‘Müslümanlar ve Türkler gibi vahşilerle medeni Alman milleti nasıl birleşir?’ diyorlar. Makaleler yazınız da Türklerin ve Müslümanların da insan olduklarını bu adamlara karşı ispat edelim, dedi.”
Midhat Cemal, hayretini “Acayip!” diye ifade edince, Âkif, “Bundan daha acayibi var!” der ve Birinci Dünya Harbi sırasında Viyana’da olduğunu, bir gece çanların çalmaya başladığını, otelin penceresinden bakınca caddede her elde bir mum, herkesin haykırdığını, kendi kendine “Müttefiklerimiz galiba cephede yeni bir zafer kazandılar?” diye düşünerek sokağa fırladığını ve bir dükkâncıya “Bir zafer haberi mi var?” diye sorduğunu anlatır. Adam, Âkif’e şu cevabı vermiş:
“Zafer de söz mü? İngilizler Müslümanlardan Kudüs’ü aldılar: İngiliz ordusu Allenby’nin kumandasında Kudüs’e girdi. Mukaddes şehir aydan kurtuldu, haça kavuştu.” (s. 265-266)
***
Almanların Birinci Dünya Harbi’nde İngilizlerle boğaz boğaza gelmelerine rağmen Kudüs’ün Müslümanların elinden onlar tarafından alınmasına sevinmiş olduklarından eminim. Fakat kafamı kurcalayan mesele şudur? Âkif 1917 yılında Viyana’da ne geziyordu? Benim bildiğim, 1914 sonlarında gönderildiği Berlin’den 1915 Martının ilk yarısında dönen Âkif, Mayıs ayı başlarında da Ceziretü’l-Arab’a gönderilmişti. “Necid Çöllerinden Medine’ye” şiirinin yazılmasına vesile olan bu seyahatten döndükten sonra Viyana’ya gittiğine, yani Kudüs’ün düştüğü tarihte Viyana’da olduğuna dair bir bilgiye hiçbir kaynakta rastlamadım.
Peki, Midhat Cemal uyduruyor mu? Ben uydurmaktan ziyade bir hafıza yanılmasından söz edilebileceğini düşünüyorum. Âkif, bu hadiseyi yaşayan birinden dinlemiş ve Midhat Cemal’e anlatmış, o da zamanla hafızasında bunu Âkif’e mal etmiş olsa gerek. Anlaşılan o ki, Midhat Cemal’in yazdıklarını kullanırken çok dikkatli olmak gerekiyor.
Fakat İslam dünyasının hemen her meselesinin dile getirildiği Safahat’ta, Kudüs’ten tek kelimeyle söz edilmemiş olmasını bir anlam veremiyorum. Mesela Âsım’da Köse İmam’la Hocazade bu büyük felaket hakkında konuşamazlar mıydı? Acaba diyorum, Âkif, Kudüs’le ilgili duygularını, düşüncelerini Salahaddin-i Eyyubî hakkında yazmayı planladığı, fakat yazamadığı manzum piyese mi saklamıştı?
Unutmadan kaydetmeliyim: Âkif, 1935 yılında hava değişimi için Cebel-i Lübnan’a giderken Kudüs ve Hayfa’ya da uğramıştı.
***
Âkif’in Kudüs hakkında bir şeyler yazmış olsaydı şimdiye kadar mutlaka ortaya çıkardı. Fakat edebiyatımızın geneli hakkında hüküm verirken ihtiyatlı olmakta fayda var. Kudüs’ün bombardıman edildiği ve elimizden çıktığı tarihleri esas alarak gazete ve dergileri ciddi bir taramadan geçirmek gerekir. Nitekim geçen haftaki yazımı okuyan müdekkik dostum İbrahim Öztürkçü, Servet-i Fünun mecmuasının 14 Haziran 1333 (1917) tarihli 1352. sayısında rastladığı bir şiiri gönderdi. “Kudüs’te Bir Gece” adını taşıyan şiirin altındaki imza, ancak uzmanlara tanıdık gelecek birine aittir: Hüseyin Dâniş...
Türkiye’ye yerleşmiş İranlı bir tüccarın oğlu olan Hüseyin Dâniş (1870-1943), Darülfünun’da hocalık yapmış, Farsçadan Türkçeye epeyi eser kazandırmış bir aydındı. Şairliği kayda değer değildir, ama, herkes susarken onun Kudüs için gözyaşı dökmüş olmasını dikkate değer buldum. Kudüs’ün bombalandığı sıralarda yazıldığını tahmin ettiğim, nedense kutsal şehrin sadece Hıristiyanlık açısından öneminin vurgulandığı bu sekiz kıt’alık şiiri bugünkü Türkçeye çevirerek sunuyorum:
Ay, Kudüs vadisinin saf ve nurlu bulutlarından kederli, fakat yüzünden tebessüm eksik olmayan bir yetim gibi doğar. Ay ışığının yansımasından kuşların rengi mavidir; Kudüs’te geceyi bezeyen sessizlik, ruhların vaadidir.
Hızlı hızlı uçan hüdhüdler ve kutlu kanatlarıyla güvercinler, ziyaretçilerin güzergâhında hiç korkmadan gezinirler. Ağaçlıklar yol başında Kudüs’e gelenleri karşılarlar. Buralar adeta İsa’nın ve yardımcılarının Me’va cennetidir.
Dağlar hiçbir yerde burada olduğu gibi ahenkli bir şekilde dizilmemiştir ve hiçbir yerde bundan daha yüksek fikirleri ilham etmemiştir. Meryem’in oğlu, kendisine inananların çektiği acılardan kalbi daraldıkça çok sevdiği bu tufan görmüş dağlara sık sık kaçarmış.
Bu yerlerde yıldızların esrarıyla söyleşir, İlyas ve Davud’u ararmış. Bu yerlerde alırmış mabudunun sınırsız feyzini. Yaratılışı bu yerlerde dalgalar gibi birbirine çarparak coşarmış.
İsa peygamber, dünya vahşetten kurtulsun diye “Size düşmanlık besleyen insanları bile tiksinmeden sevin!” dermiş. Eğer, gaybın örtüsünden birden sıyrılıp ortaya çıksaydı da bugün olup bitenleri görseydi, ne derdi?
İnsanlar olanca hırs, kin, nefret ve şiddetle bir diğerine sürekli saldırır, zorlar, kırar; kanlar akar, canlar yanar ve gayretli vicdanlar susar. Adeta ateş yağar ve kahredici dalgalar fışkırır.
Demir dilli zebaniler nefesleriyle ufukları yakarlar; gök kubbeyi uğursuzluk dumanları bürür; hayrete ve korkuya kapılan melekler dört bir tarafa kaçışır. Dökülen kanlar denizleri ve ovaları kirletir.
Bunca hayal kırıklığı, bunca hasret yetmiyor mu? Göklerden yere hâlâ lanet ve nefretler yağmıyor mu? Kudüs “arz-ı mukaddes”ken bugün adeta cehenneme dönmüştür. Bu savaş erbabı Meryem oğlu İsa’dan utanmaz mı?
KUDÜS’DE BİR GECE
Doğar vâdî-i Kuds’ün sâf ü nûrânî sehâbından
Kamer mağmûm, lâkin mübtesim dâim yetîm-âsâ
Kebûdîdir tuyûrun rengi aks-i mehtâbından
Kudüs’de mev’id-i ervâhdır leyl-i sükûn-ârâ.
Sebük-pervâz hüdhüdler, hümâyun-per kebûterler
Gezer âzâde-i haşyet güzergâhında züvvârın;
Ser-i râhında istikbal eder mâşiyi meşcerler
Bu yerler cennet-i me’vâsıdır İsâ ve ensârın
Teselsül etmemiş bir yerde dağlar böyle pür-âheng,
Ve ilhâm etmemiş bir yerde bundan yüksek efkârı;
Severmiş zâde-i Meryem bu tûfan-dîde kûhsârı,
Kaçarmış semt-i kûha kalbini ettikçe şîven teng.
Bu yerlerde edermiş güft ü gû esrâr-ı encümle
Bu yerlerde edermiş cüst ü cû İlyas ve Dâvûd’u;
Bu yerlerden alırmış feyz-i nâ mahsur-ı ma’bûdu,
Bu yerlerde coşarmış tab’-ı zehhârı telâtumla.
Halâs olsun diye âlem yed-i cebbâr-ı vahşetten
Sevin –dermiş- size buğz eyleyen insânı bî-ikrâh!
Zuhur etseydi de birden hicâbu’l-gayb-ı kudretten
Bugün görseydi evzâı ne derdi zât-ı rûhullah?
Olanca hırs u gayz u savlet ü şiddetle insanlar
Demâdem saldırır yek-dîgere, zorlar, kırar bî-sûd;
Akar kanlar, yanar canlar, susar gayretli vicdanlar,
Yağar bârân-ı âteş, fışkırır emvâc-ı kahr-âlûd.
Yakar âfâkı enfâsiyle âhen-dil zebânîler,
Bürür dûd-ı şeâmet kubbe-i vârûn-ı gerdûnu;
Kaçar sû-be-sû hayrân ü tersân âsmânîler,
Eder hûn-ı beşer telvîs reng-i bahr ü hâmûnu.
Kifayet etmiyor mu bunca haybetler ve hasretler?
Semâdan yağmıyor mu arza la’netler ve nefretler?
Kudüs ayniyle dûzahdır bugün, arz-ı mukaddesken
Hicâb etmez mi erbâb-ı vegâ İsâ ibni Meryem’den?
Haseyin Daniş
Servet-i Fünun, sayı 1352, 14 Haziran 1333-1917, s. 448.