‘Köprüler yaptırdım gelip geçmeye’
Asya’yı Avrupa’ya bağlayan üçüncü köprüde son tabliyenin yerleştirilmesi vesilesiyle düzenlenen töreni televizyonda seyrederken böyle büyük projeleri kısa sürede hayata geçirebilecek güce ulaştığımız için gurur duydum. Hayırlı olsun. Her büyük yatırımın gelecekte İstanbul için yeni problemlerin kaynağı olabileceğine dair ciddi endişelerim varsa da, gitgide içinden çıkılmaz hale gelen trafik probleminin yeni bir köprüyü acil bir ihtiyaç haline getirdiğini yaşayarak görüyoruz.
“Köprü” kelimesinin benim özel lügatimde engelleri aşıp kavuşma, buluşma, barışma, kucaklaşma gibi anlamları da vardır. Bosna savaşının en acı ve kritik anlarından biri, Mostar Köprüsü’nün 1993 sonlarında Hırvatlar tarafından bombalanarak yıkılmasıydı. Mostar, Saraybosna, Budin, Üsküp, Prizren, İpek, Vişegrad gibi Balkanlar’daki eski Osmanlı şehirlerinden nehirler geçer. Anadolu’da da Bursa, Eskişehir, Amasya gibi şehirler öyle değil mi? Köprüler bu şehirlerin ziynetleridir; güzel kadınların boyunlarındaki gerdanlıklar gibi. Çocukluğumu ve ilk gençliğimi yaşadığım Sivas’ın tam ortasından sevimli bir ırmak geçerdi. Bir zamanlar kâğıttan kayıklar yüzdürdüğümüz bu ırmağın üzeri 1970’lerde kapatılarak bir güzellik yok edildi.
***
Köprü deyince, bazı okuyucuların aklına hemen Drina Köprüsü’nün geldiğinden eminim. Mimar Sinan’ın en güzel eserlerinden biri olan bu köprü, Vişegrad bir Osmanlı şehriyken iki dünyayı, Doğu’yla Batı’yı birbirine bağlardı; Osmanlı Rumeli’den çekildikten sonra sadece Drina nehrinin iki yakasındaki köylerde oturanların karşıdan karşıya geçerken kullandıkları, tarihine ve mimari ihtişamına hiç yakışmayan bir sıradanlığa mahkûm oldu. İvo Andriç, Drina Köprüsü romanında bu acı gerçeği özellikle vurgulamıştır.
Galata Köprüsü de yapıldığı tarihte iki farklı dünyayı birbirine bağlamıştı. Bu köprü, Haliç üzerinde kurulan ilk köprü değilse de, sembolik değeri, Unkapanı-Azapkapı arasında 1836 yılında yapılan köprüye nazaran çok yüksekti.
***
Açılışı, Gülhane Hatt-ı Hümâyunu’nun okunuşundan sadece altı yıl sonra yapılan ahşap Galata Köprüsü’nün aslında Osmanlı dünyasını Galata kanalıyla Batı’ya bağladığı, dolayısıyla Batılılaşma tarihimizin sembollerinden biri olduğu söylenebilir. İnşasına 1844 yılında, yani Galata Köprüsü’nden aşağı yukarı bir yıl önce başlanan Dolmabahçe Sarayı ise on yıl sonra tamamlanacak ve Tanzimat’ı ilân eden padişah, Beşiktaş’taki bu yeni saraya yerleşecekti. Açıkçası, Galata Köprüsü, hem Topkapı ve Dolmabahçe saraylarını kara yoluyla birbirine bağlayarak bir buluşmayı, kaynaşmayı, hem de tarihimizde ciddi bir kırılmayı temsil ediyordu.
***
Ahşap Galata Köprüsü birkaç defa yenilendikten sonra, yerini 1912 yılında çelikten imal edilen köprüye bırakmış ve bu yeni köprü 1992 yılına kadar milyonlarca insanı bir yakadan öteki yakaya taşıyıp durmuştu. Edebiyat, sinema ve fotoğraf için, Şehir Hatları vapurlarının yanaştığı iskeleleri, balıkçı lokantaları, oltacıları, satıcıları, hiç eksilmeyen kalabalıklarıyla İstanbul’un en cazip mekânlarından biriydi; ne yazık ki yerini 1992 yılında eskisiyle kıyas kabul etmeyecek kadar kötü tasarlanmış bir köprüye bıraktı. Azapkapı-Unkapanı arasındaki köprüye ise geçiş ücreti alınmadığı için Hayratiye deniyordu. Bir süre sonra Kandilci Reşit adında açıkgöz bir zorba, Deli Dumrul gibi köprübaşını tutup insanlardan zorla para almaya başlamıştı. Bu durum Sultan II. Mahmud’un kulağına gidince adam kendini İstanköy’de buldu. Galata Köprüsü’nden geçenlerse “mürûriye” denilen geçiş ücretini ödemek zorundaydılar. Bu bile bir zihniyet değişimini göstermesi bakımından önemlidir.
***
Bana sorarsanız, köprübaşlarını Deli Dumrul ve Kandilci Reşit gibi tutarak geçişi zorlaştırmak değil, kolaylaştırmak gerekir. Bazen köprüleri atmak, gemileri yakmak zorunlu hale gelebilir. Ancak unutmamak gerekir ki, insanlığın mutluluğu için esas olan, köprüler kurup buluşmak, barışmak ve kaynaşmaktır. Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nün böyle bir anlam taşıdığından eminim.