Halûk Nihat ve Çanakkale Destanı
İlyada, Odisseia, Şehname, Kalevela gibi destanların millî ruhun uyanışındaki rolü fark edildikten sonra, bizde de bazı şairler destan yazmayı denemişlerdi. Yahya Kemal, Paris’teyken büyük bir destanın hayalini kuruyordu; “Akıncı” ve “Mohaç Türküsü” gibi şiirleri bu destanın yazabildiği parçalarıdır.
Geçen asrın başlarında Türkçülük hareketleri destan meselesinin enine boyuna tartışılmasına yol açmış, Yaratılış ve Türeyiş, Oğuz Kağan, Ergenekon gibi Türk destanları, çeşitli vesilelerle atıfta bulunularak millî hafızaya mal edilmek istenmişti. Ziya Gökalp, Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan ve Hilmi Ziya Ülken’in bu meseleler üzerinde düşündüklerini ve önemli metinler yazdıklarını hatırlatmakla yetiniyorum. Hilmi Ziya Ülken, şair olarak hiçbir varlık gösteremediği hâlde destan yazmayı bile denemiş, destan yazan şairleri de desteklemiştir.
Sonraki yıllarda Basri Gocul ve Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu gibi destan şairi olarak tanınanların yanı sıra, Arif Nihat Asya ve Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi destansı şiirler yazanlar da oldu. Mustafa Necati Sepetçioğlu ise Yaratılış ve Türeyiş destanını mensur olarak yeniden yazmıştı.
Yeri gelmişken, şiir dili destana çok yatkın olan Mehmed Âkif’in Âsım isimli eserindeki “Çanakkale Şehitleri” tiradının pekâlâ bir destan parçası olarak okunabileceğini ifade etmek isterim. İbrahim Alaeddin Gövsa’nın Çanakkale İzleri’ndeki kuru şiirleri bir tarafa bırakılırsa, Çanakkale’de yaşanan büyük kahramanlığı büyük bir destan olarak kaleme almayı deneyen ilk ve son şair Halûk Nihat Pepeyi’dir.
***
Hilmi Ziya Ülken, Halûk Nihat’ın Çanakkale – Destan adıyla 1936 yılında yayımlanan eseri için uzunca bir takriz yazmış. Destan meselesi üzerine dikkate değer bir değerlendirmeyi de ihtiva eden bu takrizde, edebiyat dünyasında bir ara destan aleyhtarı bir havanın estiği hatırlatıldıktan sonra, edebiyatın son zamanlarda “eskisine nazaran daha geniş ve daha beşerî mânada epopeye doğru gittiği” iddia ediliyor ve örnek olarak Şolohov’un Ve Durgun Akardı Don isimli romanı gösteriliyor.
Hilmi Ziya’ya göre, destanlar, yeni tarihî devirlerin doğmasına yol açan büyük savaşlardan sonra ortaya çıkar. Birinci Dünya Harbi de son derece önemli bir dönüm noktasıdır. İstilacı büyük kuvvetler, kaydettikleri olağanüstü gelişmenin son haddinde birbirleriyle çarpıştıktan sonra, hesapsızca işgal ettikleri ülkelerden ayaklarını çektiler. Yepyeni bir devrin başladığına işaret eden bu harbin sonunda, başkalarının hesabına yaşamayan ve kuvvetini kendinden alan büyük kütleler doğdu. O hâlde yeni şair, insanlığın yaşadığı acılarla dolu bu büyük tecrübeden sonra artık kendi iç kuruntularından bahsedemez; kendini unutmaya ve sesinin bütün kuvvetiyle bu büyük hadiseyi anlatmaya mecburdur.
Hilmi Ziya, bu düşüncelerini açıkladıktan sonra şöyle devam ediyor:
“İşte yeni epope bundan doğacak. Halûk Nihat’ın yazmaya başladığı destan, Çanakkale vesilesiyle bütün insaniyet çatışmasına dokunacaktı. Daha başlamadan evvel mevzuundan haberdar olduğum bu kitabın yalnız iki parçasını okuyabiliyoruz. Bu, binanın birinci taşıdır. Çatıya kadar daha alınacak çok yol var. Eğer şair planına sadık kalırsa, beş on sene içinde bütün kitabı göreceğimizi umuyorum.”
***
Halûk Nihat Pepeyi (1901-1972), aslında bir bürokrat ve siyasetçi. Kaymakamlık, emniyet müdürlüğü, valilik ve birkaç dönem milletvekilliği yapmış. Aslında şair olarak ciddi bir varlık göstermiş sayılmaz; ama Mülkiye’den sınıf arkadaşı olan Hilmi Ziya Ülken’in teşvikiyle destana yönelmiş ve bazı halk hikâyelerini manzum olarak yazmış. İlk kitabı Türk Destanına Giriş (1934) bu hikâyelerden oluşuyor. Ardından Çanakkale (1936), Mütareke Destanı (1938), Millî Mücadele Destanı (1940), Erenler, Gaziler (1952) ve Türk Destanından (1952)...
Maalesef bu destan denemelerinden hafızalara yerleşen tek mısra bile yok. Ama bu büyük emeğin saygıya değer olduğunu ifade etmek isterim. Çanakkale deniz zaferinin 102. yıldönümünde, bu zaferi bir destanla ebedileştirmek istemiş bir şairin ismini hatırlatmayı bir vazife addettim. İzin verirseniz, “Ehramlar”, “Dünya”, “Seddülbahir Cephesi”, “İstanbul” gibi ana bölümlerden oluşan bu destanın “Seddülbahir Cephesi” bölümünün ilk mısralarını sizlerle paylaşmak istiyorum:
Şafağı boğuyorken bir yanda kan selleri,
Andırmıştı Kumkale, Seddülbahir, meşheri.
Ateş ağızlariyle saldırıyorken deniz,
Yanaştı kayalara binlerce soluk beniz.
Ardarda boşalıyor her iklimin çeşidi;
Dört yandan zorlanacak bugün Türk’ün geçidi.
Sanki güneş yerine ölüm doğmuş, ne çıkar?
Varsın, kızgınlığından kaynasın aç topraklar.
Önce bir ıslık gelir, ardından bir uğultu,
Tiren katarı sesler, sonra ateş bulutu.
İnliyor altımızda göğsü kavrulan toprak,
Sussun bu toplar, yoksa ölüler uyanacak
Yeri göğü birleştirdi, top, barut dumanları,
Belki çöktü toplardan ufukların duvarı.
Kayalar yükleniyor kayaların üstüne,
Ey ölüm, kulağımız alıştı gürültüne.
Kanatmışken her yeri gülle kurşun selleri,
Bilmem nerden fışkırdı bir avuç Türk askeri?
Yıldırımlar yağıyor, ölüm kuşattı onu,
Bundan ötesi var mı? Bilir, ölümdür sonu!
Bu vesileyle Çanakkale şehitlerimizi ve bu yazıda isimleri zikredilen bütün şahsiyetleri rahmet ve minnetle anıyorum.