‘Bir tel kopar, âhenk ebediyyen kesilir’
Üstad Necdet Yaşar’ı da ebediyete uğurladık. Onun gibi büyük sanatkârların yerlerini doldurmak çok zor. Bir bir ayrılıyorlar aramızdan. Hayatımız yoksullaşıyor.
Tanburi Cemil Bey’in tarzını büyük bir ustalıkla devam ettiren ve onun oğlu Mesut Cemil’in talebesi olan aziz üstadın zarif parmakları tanburun perdelerinde gezinmeye başladı mı seslerin ışıklı dantelâlar gibi örüldüğü ve geçmişin sırlarını fısıldamaya başladığı hissedilirdi. Sanki bazı şifreler o anda çözülür, atalarınızın düşünce ve estetik dünyasına tayyizaman ederdiniz.
***
1976 yılında kısa bir süre TRT’de çalışmıştım; Yücel Çakmaklı ve Ahmet Bayazıt -ikisine de Allah’tan rahmet diliyorum- ve ben, Ramazan için bazı sohbet ve müzik programları çekmek üzere İstanbul’a gönderilmiştik. İftar öncesinde yayımlanacak kısa müzik programlarında sadece saz eserlerinin ana sazlarla, yani tanbur, ney, kemençe ve kudümle icra edilmesi isteniyordu. Elbette aklımıza ilk gelen isimler Tanburi Necdet Yaşar, Neyzen Niyazi Sayın ve Kemençeci İhsan Özgen olmuştu. Onların arzusuyla ekibe kudümzen olarak Hurşit Ungay’ı dâhil ettik. Sesler İstanbul Radyosu’nun bir stüdyosunda kaydedilecek, görüntüler Galata Mevlevihanesi’nde çekilecekti.
Bir gün Mesut Cemil Stüdyosu’nda çalışırken Necdet Bey’in burnu kanamaya başladı, ama nasıl kanamak... Derhâl ara verildi. Ben telaş ve heyecan içindeydim; otuz programı çok kısa bir sürede tamamlamak, daha da kötüsü ilk programları hemen Ankara’ya göndermek zorundaydık, çünkü yayına birkaç gün kalmıştı. Necdet Bey çekilirse mahvolmuştuk. Hayır, çekilmedi, kanamaya devam eden burnunda kızıla boyanmış tamponla sonuna kadar dayandı ve programı tamamladı. Onun benim zihnimdeki ilk ve hiç silinmeyen imajı budur. Her hâl ve şartta sanatını icra eden ve beraber yola çıktığı insanları yarı yolda bırakmayan büyük bir sanatkâr...
1985 yılında Tercüman gazetesinde çalışmaya başladıktan sonra yakın dostluğunu kazandığım Necdet ağabeyle yıllar sonra aynı stüdyoda TRT 2 için bir sohbet programı çekmiş ve hafızamdan hiç silinmeyen bu hatıradan da söz etmiştik.
***
Necdet Yaşar’ı onlarca konserde dinlemek ve bazı dost meclislerinde sohbetlerine katılmak şansına kavuşanlardanım. Bu sohbetlerden birinde anlattıklarını bu köşede 19 Mayıs 2016 tarihinde yayımlanan “Üç Sofra” başlıklı yazımda nakletmiştim. Aziz üstad, bir tanbur virtüözü olarak, hiç şüphesiz, musikimizin düştüğü yerden kaldırılıp hayata iade edilmesinde birinci derecede rol oynayanlardandır. En zor şartların yaşandığı yıllarda Gaziantep’in Nizip’inden kalkıp geleceksiniz ve İstanbul’da eski musikimizin en narin ve zor sazlarından birinde hakkıyla üstad olacaksınız! Bu, olağanüstü bir başarıdır.
Türk musikisinin horlandığı, devlet kurumlarından dışlandığı yıllarda bu musikiye ilgi duyanların neler yaşadıklarını, hangi zorluklarla boğuşmak zorunda kaldıklarını, 1920’lerden bugüne hangi badirelerin atlatıldığını, musiki mahfillerini ve kurumlaşma yolunda verilen mücadelenin seyrini merak edenler, “Necdet Yaşar’ın Hatıraları”nı okumalıdırlar. Mehmet Güntekin tarafından kaleme alınan bu hatıralar, İBB Kültür İşleri Daire Başkanlığı İstanbul Araştırmaları Merkezi tarafından 1990’larda çıkarılan İstanbul Araştırmaları dergisinin üçüncü sayısında yayımlanmıştı. Gonca Tokuz’un yayına hazırladığı Tanburî Necdet Yaşar: Anılar-Dostlar (2009) isimli kitabı da tavsiye ederim.
***
Necdet Yaşar, büyük bir sanatkâr, fakat son derece mütevazı bir dosttu. Kurucusu olduğu İstanbul Devlet Türk Müziği Topluluğu’nun 2005 yılında Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda verdiği, “Tanburî Bestekârlar” başlığını taşımakla beraber daha çok “Necdet Yaşar’a Saygı Konseri” olarak gerçekleştirilen konseri dinledikten sonra ondan uzun uzun söz ettiğim bir yazı yazmıştım. Teşekkür etmek için o tarihte yönettiğim Türk Edebiyatı dergisinin Divanyolu’ndaki merkezine, yani Türk Edebiyatı Vakfı’na gelmeye karar vermiş, fakat vakfa yakın bir yerde düşüp ayağını kırmış. Çok sonraları öğrendiğim bu hadisenin beni ne kadar üzdüğünü tahmin edemezsiniz.
Aziz üstadın sadece sazını değil, renkli sohbetlerini, esprilerini, şakalarını ve ağzını doldura doldura “Canım benim!” deyişini de çok özleyeceğiz. Kendisine Allah’tan rahmet, ailesine ve musiki camiamıza başsağlığı diliyorum.
Necdet Yaşar’la Mesut Cemil Stüdyosu’nda.
DERKENAR
NECDET YAŞAR’IN BİR ŞAKASI
Necdet Yaşar, eskilerin tabiriyle meclis-ârâ bir beyefendiydi; şakaları, esprileri ve kendine has konuşma tarzıyla bulunduğu ortamlara neş’e ve ışık saçardı. Musiki çevrelerinde hâlâ zevkle anlatılan şakalarından birini bir dost meclisinde kendi ağzından da dinlemiştim.
Devrin ünlü solistlerinden olan rahmetli Necmi Rıza Ahıskan çok vehimli bir adammış; birisi “Bugün renginizi biraz soluk gördüm” dese hemen evine gider, yorgan döşek yatarmış. Bir gün bant doldurmak için radyoya gelmiş; darbenin hemen ardından askerlerin kontrolüne geçtiği için kışlaya benzeyen radyoya ürkek tavırlarla girip stüdyoya girmiş. Son kontroller de yapıldıktan sonra teknisyen “hazır” işaretini vermiş. Tam başlanacağı sırada saz heyetinde tanbur çalan Necdet Yaşar sormuş:
“Ağabey, ne okuyacaksın?”
Necmi Rıza, Osman Nihat Akın’ın Nihavend makamındaki “Gece sahilden açıp sandalı enginlere biz/Uyuyan Marmara’nın koynuna dalsak ikimiz” şarkısını okuyacağını söyleyince, Necdet Yaşar:
“Aman ağabey,” demiş, “hepimizi yakacaksın! Yassıdada’da mahkeme devam ediyor, sen ada diyorsun, sandal diyorsun, Marmara diyorsun! Yassıada’dakilere mesaj gönderdiğimizi sanacaklar!”
Necmi Rıza’nın beti benzi atmış:
“Allah senden razı olsun, iyi ki uyardın!”
“Başka ne var repertuarda?”
“Körfezdeki dalgın suya bir bak göreceksin/ Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde!”
“Aşkolsun ağabey, sen bizi Altay Egesel’e astırtmak niyetindesin galiba!”
Zavallı sanatkâr dehşet içinde, “O niye o?” demiş.
“Niye olacak? Körfez, dalgın su, geçmiş geceler... Eski günleri aradığımızı zannedecekler!”
“Hay Allah, ne yapsak? Yesari’nin Nihavend’ini okusak nasıl olur? ‘Çamlarda şafak rengi gibi gönlüma aktın/ Bir nûr-ı nigâhınla benim ruhumu yaktın!’”
“Ağabey, yine çamlar, yine Ada... Hem gönlüne akan, nur-ı nigâhıyla ruhunu yakan kim?”
Necmi Rıza hazan yaprağı gibi titremektedir:
“Yani şimdi ‘Ada sahillerinde bekliyorum’u da okuyamayacağız!”
“Hele o şarkı! Okursanız yandığımız gündür! Baksana ağabey, adaya tünel kazacaklar diye adamları neredeyse asacaklar. Bizi kim bilir neyle suçlarlar? Radyo yoluyla haberleştiğimizi, makamları, notaları şifre gibi kullandığımızı, büyük bir komplo kurduğumuzu iddia ederler! Vallâhi Balmumcu’yu boylarız! Çıra gibi yanarız!”
Necmi Rıza’da değil şarkı okumak, konuşacak hâl bile kalmamıştır. Telâşla pılısını pırtısını toplar ve neye uğradığını şaşırmış bir hâlde çıkıp gider. Arkasından “Ağabey vallahi şakaydı, billâhi şakaydı!” diye koşan Necdet Yaşar’ı duymaz bile.
Evet, şaka ama, o yıllarda ülkemizin kaskatı bir gerçeğini yansıtan ibretlik bir şaka...