Âkif’e, dostlarına ve dostluğa dair
Dün İstiklâl Marşı şairimizin vefatının 81. yıldönümüydü. Pendik Belediyesi, bu vesileyle “Mehmed Âkif’in Dost Çevresi” konulu bir faaliyet dizisi hazırladı ve “Ummana Dökülen Irmaklar: Mehmet Âkif Ersoy’un Dost Çevresi” ana başlığı altında, büyük şairin yakın çevresinde yer alan dostları hakkında birer kitap yazdırdı. Bugün de saat 14.00’te Mehmet Âkif Ersoy Sanat Merkezi’nde, Âkif’in seccade, halı, köstekli saat gibi özel eşyalarının yanı sıra, kendisine ve dostlarına ait çeşitli evrak, fotoğraf ve kitapların yer aldığı, yaklaşık 500 parçadan oluşan bir sergi açılacak ve saat 15.00’te bir panel gerçekleştirilecek. Programda çocukların da ihmal edilmediğini, onlar için Turgay Anar ve Yavuz Selim Baş tarafından Âkif’in hayatının anlatıldığı bir çizgi roman hazırlandığını öğrendik.
***
Mehmed Âkif, geniş bir dost çevresine sahipti. Eşref Edib’in onu anlattığı eserinde bu dostları hakkında kısa bilgiler verilmiştir. Said Halim Paşa, Abbas Halim Paşa, Ahmed Naim Baban, Ferid Kam, Hüseyin Kâzım Kadri, Fatin Gökmen, Süleyman Nazif, Neyzen Tevfik, Fuad Şemsi İnan, Midhat Cemal Kuntay gibi isimleri hatırlatırsam, bu dost çevresinin yüksek kalitesi hakkında sarih bir fikir vermiş olurum.
Geçen yılın başlarında bu köşede yayımlanan “Dostluk Muhabbeti” başlıklı yazımda Âkif için dostun ve dostluğun ne demek olduğunu kısaca anlatmaya çalışmıştım. Âkif, dostluk kuracağı insanların mevkiine, sosyal statüsüne, dünya görüşüne vb. aldırmaz, öncelikle içiyle dışının bir olup olmadığına bakar, bu konuda emin olduktan sonra bütün samimiyetiyle bağlandığı dostları için hiçbir fedakârlıktan kaçınmazdı. Dostlarından biri ölünce çocuklarına kendi evlatları gibi bakmıştı; çünkü Baytar Mektebi’nde okurken sözleşmişlerdi; kim önce ölürse, onun çocuklarına diğeri kol kanat gerecekti.
Âkif’in dostlarına daha yakın olmak için sık sık ev değiştirdiğini de biliyoruz. Heybeliada’da oturmak istiyorsa, Abbas Halim Paşa’ya; Beylerbeyi veya Çengelköyü’nde oturmak istiyorsa Hüseyin Kâzım Kadri, Ferid Kam ve Fatin Gökmen’e; Çamlıca’da oturmak da Şerif Muhiddin Targan’a, yani can dostlarına yakın olmak içindi. Son derece mütevazı bir hayat yaşadığı için ev taşımak onun için hiç de zor değildi.
Kendini dünyada fazlalık gibi hissetmeye başlaması, can dostlarını kaybettikten sonradır. Son şiirlerinden birinde, “Hepsi göçmüş, hani yoldaşlarının hiçbiri yok!” diyor ve göçen dostlarının kafilesinden uzak kaldığı için yakınıyordu.
Âkif’in dostlarıyla bir araya geldiği zaman neler konuştuklarını tahmin etmek zor değildir. “Serâpâ zarafet ve letafet” olan bu ârifane sohbetler son derece zekiceydi ve nükteler birbiri ardınca şimşek gibi çakardı. “Serâpâ zarafet ve letafet” ifadesi, Süleyman Nazif tarafından Safahat’ın altıncı kitabı olan Âsım hakkında kullanılmıştı. Âsım, Hocazade’nin yeni Âkif’in, baba dostu Köse İmam’la yaptığı uzun ve renkli bir sohbettir. Onun dost meclislerindeki sohbetlerin kalitesini hakkında fikir edinmek isteyenlere bu eseri okumalarını tavsiye ederim.
***
Âkif’le dostları arasında teklif tekellüf yoktu. Beylerbeyi’nde oturduğu sırada bir gün, genç dostu Âsım Şakir’le birlikte çıkmak üzeredirler ki Hüseyin Kâzım Kadri Bey, Fatin Gökmen’le birlikte ziyaretine gelir. Çaresiz bahçede bir süre oturur, çay içerler. Biraz sonra Âkif, “Kusura bakmayın beyler,” der, “bizim bir randevumuz var. Siz istirahat edin, çay için, sonra da gidersiniz.” Bu hadiseyi yıllar önce bana anlatan Âsım Şakir, ertesi gün özür dilemeye gittiği Hüseyin Kâzım Bey’in kendisine şöyle dediğini söylemişti: “Niye? Randevu vermiş, gitmese ayıplardım. Benim tabii karşılayacağımı biliyordu. Şimdi seni ayıpladım!”
***
Bu yazıyı, uzun yıllar Kandilli Rasathanesi müdürlüğü yapan ve Âkif’in çok sevdiği dostlarından biri olan Fatin Gökmen’in anlattığı ibret verici bir olayla noktalamak istiyorum:
“Ben Vaniköyü’nde oturuyordum, kendisi de Beylerbeyi’nde. Bir gün öğle yemeğini bende yemeyi kararlaştırmıştık. Öğleden bir saat evvel bana gelecekti. O gün öyle boralı yağmurlu bir gün oldu ki, her taraf sel kesildi. Merhum yürümeyi severdi. Havanın bu hâlinde karadan gelemeyeceğini tabii gördüm. Beklediğim vapurdan çıkmadı. Diğer vapur bir buçuk saat sonra gelecekti. Yakın komşulardan birine gittim. Vapur gelmeden döneceğimi de hizmetçiye söyledim. Yağmur devam ediyordu. Vaktinde evime döndüm, bir de ne işiteyim, bu arada sırılsıklam bir hâlde gelmiş, beni evde bulamayınca hizmetçi ne kadar ısrar ettiyse de durmamış, ‘Selâm söyle!’ demiş, o yağmurda dönmüş gitmiş. Ertesi gün kendisini gördüm. Vaziyeti anlatarak özür dilemek istedim. Dinlemedi, ‘Bir söz ya ölüm veya ona yakın bir felâketle yerine getirilmezse mazur görülebilir,’ dedi. Benimle tam altı ay dargın kaldı.”
Büyük şairi ve aziz dostlarını rahmetle anıyorum.
Şerif Hüseyin ve oğulları
Pazar günkü yazımda “Şerif Hüseyin ve oğulları” alt yazısıyla bir fotoğraf kullanılmıştı. Dr. Suat Mertoğlu, bu fotoğraf hakkında bir not gönderdi. Bu notu özetle sunuyorum: “Fotoğrafta Şerif Hüseyin’in oğulları yer alıyor, kendisi yoktur. Ortada oturan siyah maşlahlı Ürdün Emiri ve -1946’dan itibaren- kralı Abdullah (1882-1951), sağındaki beyaz sarıklı, ağabeyi Emir ve babası Kıbrıs’a sürgün edilince kısa süreliğine Hicaz kralı olan Ali (1879-1935), solundaki küçük kardeşi ve önce Suriye ve daha sonra Irak kralı olan I. Faysal (1885-1933), bu ikisi arasında ayakta duran zabit elbiseli olan da muhtemelen en küçük kardeşi Emir Zeyd’dir (1898-1970). Bu fotoğraf, içinde Emir Ali yer aldığına göre 1935’ten önceki bir tarihte çekilmiş olmalıdır Abdullah merkezde oturduğuna göre, mekân, ev sahibi olarak kardeşlerini ağırladığı Amman’daki Rağdân Sarayı olabilir.”