Merhamete muhtaçtık. Ne değişti?
Zaman akıp gidiyor. Güzellikler solup gidiyor. Güzelliklere sebep, güzelliklere hamal, güzelliklere ev sahibi olmanın telaşı yok üzerimizde. Geçip gidiyoruz yanlarından, hiç farkında olmadan, neredeyiz ve kimiz hiç bilmeden.
Yeni bir ay doğmuyor omuzlarımda.
Başımı çeviriyorum akıp gidiyor hayat.
Ellerimin arasından kayıp gidiyor ömür perdem.
Perde kapanmadan, son bir güzelliği görmenin telaşı var üzerimde.
Zaman aşılmaz dağlardan bir yüce dağ. Dağları göğe çıkaran insan, dağları aşmak için önünde ağlayan insan, aşamadığı dağları delmeye çalışan insan, çabası ve acısı hiç bitmeyen insan...
Duygularımızla aklımız arasına duvarlar örüyor, o duvarlarla kendimize muhkem kaleler yapıyoruz. Bizi oradan çıkaracak her şeyden korkuyoruz. İlişkilerimiz ‘iki artı iki eşittir dört’ netliğinde olsun istiyoruz. Başımız ağrımasın, sesimiz kısılmasın, yaramız olmasın istiyoruz. Sürprizlere yer kalmasın hayatımızda, filmin sonunu hemen ilk sahneden anlayalım istiyoruz.
Oysa sızlayan bir gönül değil miydi ihtiyacımız? Bir can değil miydi vereceğimiz? Merhamete muhtaçtık, biliyorduk bunu. Ne değişti?
N’olaydı, az meylim olaydı can vermeye. Yok ama cesaretimiz can vermeye, can bulmaya, gönlü yola koymaya.
Ana rahminden ayrılırsın, dünya yolculuğu başlar senin için. Sevgiyi, şefkati, emanet olmayı öğrenirsin. Emaneti taşımak için heyecanlanırsın. Vakit gelince emaneti teslim edeceğin bir eli tutarsın. Budur hikâyen.
Bu hikâyenin devam edeceği bellidir.
Âdemden insana taşınmış emanet. Yolculuk bu. Yağmurla birlikte gelen, yağmurla süren yolculuk. Kim yağmura perestiş ederse var olur kalplerde. Kim de vaktin gereği olan sözleri söylerse katılır zamanın ahengine.
“Yaşam, bir göçmen kuşun gariplik duygusudur,” demişti Sohrab Sepehri.
Biz bu diyardan göçecek kuşlardanız.
Yorulmaz mı kuş, bîtap düşmez mi kanadı?
Elbette yorulur, elbette bîtap düşer.
Yorulmak da göçmek de güzeldir.
Aşkla, emekle yoğrulsun yolumuz, sözümüz, ömrümüz.