Yusuf’un masası
Malum okullar açıldı. Yaklaşık 19 milyon öğrenci, bir milyona yakın öğretmen üç ay kapalı kalan okulların kapılarını, pencerelerini havalandırdılar. Sessiz kalan koridorlara ses oldular. Okul bahçelerine de cıvıltı geldi.
Anakara’nın bürokratik yapısından gelen, birkaç eğitim bakanı eskitmiş, akademik kariyerini de profesörlük ile taçlandırmış tecrübeli maarif bakanımız var.
Bakanlıklık sevinci içinde geniş ve sağlam bir masa kurdu. Televizyon kanalı ve ajanslarda konuşmadığı gün yok. Konuştukça da aklında olup bitenler görev masasına düşüyor. Daha doğrusu kendisinin sorun görüp çözüm vaadinde bulunduğu yeni gündemler düşürüyor masasına. Masa bana mısın demiyor onca sorunun üzerine düşmesine.
Öğretmenlerin önlük giymeleri, ortak sınavların yapılması,
Türkçede 70 puan altında alan öğrencilerin sınıfta kalması, sınıfta kalmanın yeniden uygulanması,
açık öğretim liselerine geçişin nedenleri ortadan kaldırılmadan yasayla açık liselere geçişin önüne geçilmesi,
öğretmen atamalarında mülakat sorunu… Sayın cumhurbaşkanımızın seçim öncesi atamalarda mülakatın olmayacağı vaatlerinden biriydi. Buna rağmen öğretmen alımlarında mülakat, günümüz eğitim gündeminin ilk sıralarında.
Cumhuriyet tarihi bize şunu gösterdi: İnsan elinin, duygusunun, fikrinin temas ettiği her tercih mülakatta adam kayırmacılık torpil oluyor. Mevcut haksızlık; sağ-sol, iktidar, muhalefet, parti dinlemiyor.
Öğretmen atamalarında Bakan Bey’in kamere, juri, şeffaflık sözleri geçmişte yapılan haksızlıkların olmayacağına dair inandırıcılık vaatleri. Lakin bu konuda cin şişeden çıktı
Masadaki meseleleri görünce insanın aklına acaba maarif bakanımızın essahtan işi gücü yok da kendine iş mi çıkarıyor yargısı gelmiyor değil.
Sıraladığımız sorunların neredeyse tamamı teknik sorunlar. Eğitimin niteliğine dair meseleler yok. Eğitimin çevresinde dolaşıp görülebilecek meseleler. Ne demişti cumhur resiliği yapmış bir zat: “Meseleleri mesele etmezseniz ortada mesele kalmaz.”
Diyeceksiniz ki sayın hocam eğitim öğretim can çekişiyor, öğretmenlerin ekonomik sorunları ayyuka çıkmış siz işin ironisindesiniz.
“Sorun ekonomik değil psikolojik” diyen başka bir cumhur resimizin sözüyle size yanıt vereyim.
Sayın Eğitim Bakanımız iki dinle bir söyle atasözümüzün kaç asırlık doğrulana geldiğini hepimizden daha iyi biliyor. Demek şu an Eğitim Bakanlığında bunun tersi bir duruma ihtiyaç var: iki söyle bir dinle.
Ben maarifte olsam Edip Cansever’in “Masa Da Masaymış Ha” şiirini okur, masama güneş görmüş kelimelerden aydınlık cümleler kurardım.
Öğrencilerle kırlara açılır, sonbahar sarısını yaşatırdım onlara. Van Gogh’un tablolarını yere bırakır. Doğanın sanatçıya ilhamını altın sarısı renklerde öğrencilerin gözleri önüne sererdim.
Okulların bahçelerine kurumuş ağaç yapraklarından bir alan oluşturur. Çocukların sonbahar yapraklarına basarken çıkan hışırtıyı duymalarını hissetmelerini ve sonrasında ne hissettiklerini ifade etmelerini isterdim.
Sincapların ağaçlara tırmanışını alkışlatır. Sincaplara fındık ceviz yediren öğrencilerin alınlarına neşeli kocaman hayaller aferinler yıldızlar kondururdum.
Çocuklara; ağaçtan düşen yaprak hızında resimler yaptırır. Onlara dedelerinin, nenelerinin, yaşlıların, yoksulların, kimsesizlerin, yalnızların, yıldızların resimlerini çizdirir. Merhametin kendiliğinden gelip onların kalbinde yer edinmesine şahit olurdum. Bu şehadetin mükâfatını alır cebime koyardım.
Uçurumlarda açan çiçeğin, otun, ağacın ne düşündüğünü onlardan dinler. İnatçı keçilerin neden bunlardan yemek için canını tehlikeye attıklarına dair onlarla uzun uzun tartışmalara girerdim.
Sonra da onların canını tehlikeye atacak kadar önem verdikleri meselelerine değerlerine kulak kesilirdim.
Sonbaharda ülkemizden sıcak ülkelere göç eden hayvanlar ile empati kurmalarını, onların gidişindeki duyguları anlatmalarını ister, gökte göçün ayrılığın şiirilerini resimlerini isterdim onlardan.
Göç etmeyen kuşlara teşekkür etme yarışmaları yapar. Teşekkürü gönlünde duya duya kuşlara yardım hissi yaşayan her öğrenciye “dile benden ne dilersen” bonkörlüğünü ikram ederdim.
Göğe bakma durakları kurar, kızıl saatlerde mermerin tunca neden benzediğine dair öğrencilere nutuk atma özgürlüğü artistliği yaşatırdım.
Sonbahar meyvelerinden bir sofra kurar. Türkiye’nin her yerindeki tüm öğrencilere Türkiye’nin her yerinde yetişen tüm meyvelerden tattırırdım.
Birinciliği yöresel yabani meyvelere verirdim. Örneğin sonbaharda dağ başlarında toplatılan insanın ve hayvanların kış azığı olarak da adlandırılan alıç, ahlat, kuşburnu, yaban elması, kuş kirazı, çakal eriği, taflan, çitlembik …
Eşek sırtında değirmene buğday taşıyan, buğdayını eleyip eleğini asan çiftçinin yaşadıklarına dair öğrencilerden boy boy yazılar sözler söylemler anlamalar düşünmeler gülmeler gülümsemeler isterdim.
Bulgurun yöresel hikayesine onları götürür. Kadın ve erkeklerin gün ışığına uyanıp kollarını sıvamalarından başlardım. İşine erken kalkanın aşına nasıl şeker kattığı da eklenirdi hikayeye. Derelerde buğdayın yıkanmasını, kurutulmasını ve karı kocanın buğdayı bulgura dönüştüren taşın başına oturup öğütmelerindeki türküleri atışmaları aşkları da onlara gösterirdim.
Yazın dalıp dalıp kahkahalarla kulaç attığımız kıyısında güneşlediğimiz denizlerin biz girip yüzmediğimizde onları terke edip onlardan uzak kaldığımızda ne düşündüklerini ifade etmelerini isterdim.
Küllenmiş bir şairin sorduğu
“Sonbahar geliyor serçeYuvanı ne yapacaksın?”
sorusundan şairin utanması gerektiğini öğrencilerin içinden geçirir, yaz kış bizimle aynı göğü toprağı tarlayı ağacı suyu paylaşan serçenin yuvasını pencerelerin pervazlarına, okul sıralarına, koridorlara, çatılara kurardım.
Beslenme saatlerinde serçelere dört başı mamur sofralar hazırlatma zili koyardım. Serçe beslemekte birbiriyle yarışan çoçukların sevincini görmeyi de mükafat haneme eklerdim.
Öğretmenin A’dan başlayan aydınlığındaki A harfini kendi masama alıp yapmak istediklerimle doldurdum.
Yusuf Tekin Bey masasına daha şey alacak. Yetmedi ek masa isteyecek. Sonra. Sonrası malum olan içinizden geçirdiniz. Benim yazmama gerek kalmadı.
Şimdi sizin masanızda neler var? Ben asıl onları merak ediyorum?