Rüzgara İtaat
Temmuzun son günlerindeyiz.
Dün geceden beri ağaçları kökünden söken bir rüzgar. Gece boyu çatı bacayı birazdan uçuracak diye bekledik. Rüzgar uğultusu karanlıkta kurt ulumalarını andırınca insanın içindeki çocukluktan kalma korkuları da tetikliyor.
Bu rüzgar hayra alamet değil, diyor bir ses. Yerde ne var ne yok silip süpürüyor.
Kavak ağaçlarının beli iki büklüm. Kırıldı kırılacaklar. Söğüt ağaçları daha şanslı. Kökleri toprağın derinliklerine kök salmış. Rüzgardan pervaları yok. Dalga halinde sağa sola savursa da dallarını birkaç kucak genişliğindeki kökleriyle rüzgarın saldırgan pervasızlığına meydan okuyorlar. Kavaklar çatırdamaya başladı.
Kurumuş kengerlerin hali perişan. Savaşın insanları yurtlarından edip kıtalara savurduğu gibi kengerlerin gövdeleri rüzgarın önünde savruluyor. Vadiden vadiye dağdan dağa. Anayurtlarından kopup diyardan diyara savruluyorlar.
Gökyüzünde kuşlardan eser yok.
Bu rüzgara hangi kuş gökte direnebilir. Çatıların pervazında iki büklümler. Çulluklar yavrularına kol kanat olmuş, düşüp savrulmasın diye el pençe tetikteler. Bağın bahçenin el eman dilediği kargalarda ortalıkta yoklar.
Leyleğin yuvasını kurduğu ağaç, gövdesini öne arkaya sallayarak zikre duran derviş gibi öne arkaya eğiliyor. Kırılmaya karşı esneyerek direniyor. Leyleğin yuvası boş. Az ilerde leylekler kanat eklemleri zayıf olan yavruları düşmesin savrulmasın diye yavrularını derenin rüzgara korunaklı setinde birbirine sokulmuşlar.
Bu rüzgara can mı dayanır?
Az ötedeki bahçeye bakıyorum. Elmalar patır patır dökülüyor. Ağaçların altı elma sergisi. Olmamış elmaların ekşilikleri uzaktan bile diş kamaştırıyor. Olmamış insan ile elmanın verdiği rahatsızlık arasında ne çok benzerlik var.
Yan taraftaki inşaat işçilerinin “Abe devlet de yardım ediyor.” sesini bulunduğumuz yere taşıyor. Peşinden vallahi billahi seslerini de ekliyor. Bölgede her sözün bir yemini var. Doğru söz yemin istemez atasözü bu yöre için geçerli değil. Yemini aldığınız zaman bölgede söylenen her söz inandırıcılığını kaybediyor. Sözü inandırıcı kılmaya neden yemin gereksin? Sorusunun cevabı sosyolojik bir travma.
Yamacı korunak yapan keçi çobanı oğlaklarını meşeye salmış köye bakıyor. Çobanın yaşı kırka yaklaştı. Evlenmek için çaldığı tüm kapılardan eli boş döndü. Modern hayat, bir parmak bal çalıyor kızların ağzına bütün kızların hayali şehirli delikanlılar. Koyuna, keçiye, tarlaya, çapaya, ineğe, süte, kaynanaya, kayınpedere kızlar göz kırpmıyor. Her kızın hayali beyaz arabaları olan prenslerin evlerine prenses olmak.
Çoban evlilikten ümidini kesti. Baharda oğlak alıp kendini oğlaklarla dağa kıra bayıra vurdu.
Sırtında bir çanta, elinde bir sopa. Dolaştırıp durur evlilik arzusunu oğlaklarla.
Önümüzdeki ovaya eğiliyorum, inekler ovaya Karadeniz’in dağınık köyleri gibi dağınık yayılmışlar. Sürü olmak küçükbaş hayvanlara has olsa gerek. Büyükbaş hayvanların iriliği onlara güç veriyor. Kendi başlarına ayakta kalmalarına, rızıklarını almalarını sağlıyor. Büyükbaşta olsalar birileri tarafından akşam sağılmaya geliyorlar. Sağılınca huzura kavuşuyorlar. Sütünü sahibine vermenin ve süt taşımaktan kurtulmanın huzuru diyeyim.
Yan çiftlikten tavuklar gıt gıt gıdak demekten yorulmadı. Belli ki horozdan rahat yok onlara. Hoş sahibininde en az horoz kadar tavuklara rahat verdiği yok. Yumurta için meteliğe kurşun atan çiftlik sahibi tavuklara bahçeyi zehir ediyor. Bostana doğru gitmesinler, salatalıklara zarar verirler. Tarlaya doğru gitmesinler ekine, eve doğru gelmesinler çevreye zarar veriler. Uzağa gitmesinler tilki kapar onları. Tavuklara dünyayı dar eden çiftlik sahibi istiyor ki tüm gün tavuklar hazırolda durup sabaha doğru organik yumurta versinler onlara. İnsanoğlunun aksi olanı horozdan da beter.
Rüzgarın şiddeti azalıyor. Arkadaşım telefonunu eline alıp Mohsen Namjoo‘nun “Şirin Şirinam” şarkısını çalıyor.
Mohsen’in ses dalgaları arasında ters yönden esen rüzgar dalgası ağıt seslerini getiriyor bulunduğumuz yere. Geçtiğimiz cuma vefat eden 95 yaşındaki kadının yurt dışından gelen kızlarının ağıtları, acı çığlıkları.
Nazım Hikmet “Karım’a Mektup” şiirinde “en fazla bir yıl sürer/ yirminci asırlarda /ölüm acısı.” Ağıtın acı çığlıkları rüzgardan daha güçlü olmalı ki sesi sadece ben değil tüm köy duyuyor. Annemin zaman zaman tekrar ettiği bir sözünü anımsıyorum:
“İnsan babasını kaybedince değil annesini kaybedince yetim kalıyor.”
Doksan beş yaşındaki kadının en küçük çocuğu kırk beş yaşında olsa da yetim kalıyorlar. Yarim kalmanın yaşı yok. Annelerinin gözüyle dünyaya baktıkları gözleri kör oldu. Acının rengi ve ses tonu aynı. Anne acısı, yetim kalmanın acısı vücudun her yerine sirayet ediyor.
Mohsen şarkıda “Kimsenin kimsenin acısından haberi yok benim sevgilim.” sözlerini haykırıyor bir yandan da.
Mohsen’in sesi dalga dalga dalgalanıp rüzgara karışıyor. Rüzgar peyder pey estirdiği terör dalgalarını yavaşlatıyor. Tatlı bir barış serinliğine dönüşüyor. Epeydir oturduğumuzun farkına varıyorum. Kalkıp köye baktığımda durakta üç çocuklu bir aile bekliyor. Epeydir beklediklerini rüzgarın dinmesine rağmen birbirine sokulmalarından tahmin yürütüyorum.
Kalkıp arabayı çalıştırıyorum. Yanlarına varıp buyur sizi götüreceğiniz yere götüreyim diyorum. Adam, kucağındaki çocuğu gösterip nahiyeye aşıya götürmemiz lazım diyor.
Yolda Mohsen’in şarkısını mırıldanıyorum:
“Gecenin üzüntüsü başımı belaya sokmuş benim sevgilim
Aciz yüreğim, razı oldum ölüme, ah feryat…
Benim şirin yârim, balım
Bir an görmezsem seni uyumak bana haramdır
Dilberlerin yolu sende tamam olur.”