Narkoz Kesilince
Ben Yiğit’i ilk gördüğümde 13 yaşında, 1.60 boyundaydı. Evlerine vardığımda koltuğa uzanmış. Ayaklarını koltuğun yanında sarkıtıp telefonda oyun oynuyordu. Dış kapının zilini çalmam, odadan içeri girmem, anne babasıyla tanışıp konuşmam kendisini yerinden kıpırdatmadı.
Kendisinde hiçbir merak ve refleks oluşturmadığı gibi dönüp gelenin kim olduğuna, nelerin konuşulduğuna da işmar atmadı. Kızarmış gözler, parmak uçlarına bağlı oyunun hazzı, onu alıkoymuştu bizden ve dünyadan.
Babası genç yaşta Allah’ın yüzüne güldüğü bir esnaf. Annesi sanat aşığı iş insanı. Anne-baba; ülke ülke gezmekten, restaurant restorant lezzetler tatmaktan, köşe bucak tatil yapmaktan yorulup beden ve duygular dünya hazlarına doyuma ulaştığında göğe bakma durağında Turgut Uyar şiiriyle tanışmışlar. Kaçamak ışıklarda birden sevinmek adına dünyanın sayısız pencerelerini kapatıp çocuk yapmaya karar vermişler.
Allah çocuktan yana da yüzlerine gülmüş. Aşk meyvesi, nur topu, gürbüz bir prens bağışlamış onlara. Kendimden bilirim insan kendisinde olmasını istediği ve olmayanı çocuğunda görmek ister. Çocuğa “Yiğit” adını verirler.
Yiğit, bebeklik dönemini ismine has bir yiğitlikle yaşamış: kahkahasıyla neşesiyle mimikleriyle…
Lakin ne zamanki ayaklanıp orayı burayı karıştırmaya, oda koridor koşuşturmaya, dünyayı tanımaya başlamış o zaman Yiğit’in yiğitliğine helal getirmişler. Yiğit’e gözetleme ve koruma kozası kurmuşlar. Teknoloji diliyle söylersek demir kubbeyle üstünü örmüşler.
Başına bir darbe, tenine bir çizik, ayağında bir burkma olmamış. Fiziken bir kazaya da uğramamış. Nazara da gelmemiş gelmesine.
Suyu güneşi toprağı verimli toprakta boy veren ekinler gibi Yiğit bedenen serpilip boy vermiş. Lakin anne babanın ördüğü demir kubbeli koruma kozasının kabuğunu kırıp kozanın dışına çıkamamış. Çocuğun duygu, irade, düşünme, beceri, hayal, deneme yanılma yoluyla hayatı tamıma gibi hayati eklemleri hapsedilen kozanın içinde boyuna posuna eşdeğer boy vermemiş. Sakınılan göze çöp batmış batmasına lakin başına bir şey gelmesin kısmı batan göze göz yummuş.
Her canlı kendi mecrasında kendi yaşıtlarıyla büyür. Sokakta, belgesellerde görüyoruz hayvan kısmının yavruları dahi kendi aralarında oynayıp büyür.
Çocukta çocukla büyür. Çocuğun büyüme, hayata hazırlanma, kendini tanıma laboratuvarı; yaşıtlarıyla oyunu, kavgası, yaralanması, ağlaması, gülmesi, oynamasıdır. Duygular, akli melekeler, fiziki özellikler orada işlev görür. Kavileşir. Çocuk kendindeki melekeleri çocuklarla geçirdiği laboratuvarda hayata aktarır. Çocukların yaşıtlarıyla kavgası, sevgisi, kafa kafaya vermeleri, güneşi göğü paylaşımları, hayalleri … ve daha nicesi çocuğu hayata hazırlayan hayati mecralardır. Çocuğu oradan kopardık mı hayat damarlarını kesmişiz demektir.
Sayın okuyucu anlattıklarım hayattan alınma bir yaşantıysa ebeveyne haksızlık ettiğimi düşünmesin. Devamında modern ebeveynlerin fedakarlıklarına kalemim kör değil. Ebeveyn,
Yiğit’in yalnızlığını paylaşması için GDO’suyla oynanmış kedi misali bir köpek eve almış. Şimdilerde sokaklarda dolaştırılan bildiğiniz kedi köpek arası bir hayvan. Bu kadarıyla da yetinmeyip eli ayağı tuş görmeye başlayınca ıpadler, akıllı telefonlar, güncellenen playstationlar, boyundan büyük ekranlar, her oyunun sığdığı oynandığı büyük hafızalı dijital aletler…
Dikensiz, kılçıksız bir ortamda insan eklemleri maya tutmayan Yiğit’in ebeveynden gelen genetik zekasını da dijital dünya heba etmiş.
İnsanlar ile konuşmaya üşenip iki kelime bir araya getirmeyen Yiğitler ekran karşısında aslan kesiliyor.
Aileler özellikle 13-14 yaşına gelmemiş çocuklarına verdikleri her dijitalin çocukları dijital dünyanın önce bağımlısı, sonra kölesi, sonra da tüketicisi kıldıklarını henüz henüz bilincinde varıyorlar. Çoğu da bilincinde değil.
Dijital dünya önce şeker verir kendine bağımlı kılar. Sonra verdiği şekerin karşılığında kendisini rehin alır. Çocuğun özgürlük eklemini köreltir. Kendine gönüllü köleye dönüştürür.
Çocuğum arkadaşlarından geri kalmasın diye emeğini alınterini dişinden tırnağından biriktirdiğiyle çocuklarına aldıkları dijital aletler çocuklarının arkadaşlarından geri kalmasından çok daha fazlasıyla onları hayattan geri bırakıyor.
Bu tür öğrencilerin okuma hızı ilkokul 2-3 seviyesindedir. Hayal güçleri, okuduğunu anlama, ve soyut düşünceyi yorumlamada öğretmenin gözünün içine bakarlar. Kuracakları en uzun cümle üç kelimeliktir. Uzun kelimeleri telafuz edemezler. Yanlış okuduklarının farkında olmazlar. Yanlışı doğru kabul etme iddasında inatlaşırlar. Sesli harfleri okumaya üşenirler:Gelcem, gitcem, yapçam, etçem… Çarpım tablosu ezberi arapsaçıdır. Zayıf iradeleri yönlendirme şaşkınlığında. Hayatının mimarı değil kendisi için biçilen kalıpların dışına çıkmayıp güdülen insan bağımlılığında.
Anne ve babaya sizin için ne yapmamı istersiniz diye sorduğumda: Hocam Yiğit’i LGS’ye hazırlamak istiyoruz, diye cevap verdiklerinde durup gülümsedim.
Doğru yerden tutunabileceğim neresi olur diye düşündüm. Aklıma deveye sorulan soru geldi.
Sayın okuyucu, ebeveyn, öğretmen, empati kurup yerime kendinizi koysanız yapacaklarınız neler olurdu?
Bana dönüp bu sorunun muhatabı biz değil sensin derseni, benim ilk sırlamam çocuğa verilen narkozu kesmek olurdu. Yiğit’i, odasını, nefes alıp verdiği mekanları dijital dünyadan arındırmak oldu nihayetinde. Narkoz kesilince aklımız başımıza gelir. Önümüze bir yol haritası düşer. Oradan yola tutunuruz.
Onat Kutlar’ın çevirisini yaptığı FURUĞ FERRUHZAD’ın “Pencere” şiiriyle nihayetlendirelim:
“Çocuklar
kara tahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz
Sığırcıklar, ulu çınarlardan çığlık çığlığa uçup gider.”