Kendine yabancılaşmak

1980’li yılların sonu ilkokulu beş sınıfı aynı derslikte okutan Ecevit dönemi 45 günlük eğitim ile öğretmen olan lise mezunu bir öğretmenden aldım.

Ortaokulda vakıflar yurdu sınavlarını kazanıp şehre geldim. Ailenin; oku hayatını kurtar, kararı ile okula yazıldım. Şehrin o dönemler yüksek katlı binalarından biriydi okulumuz. Dört katlıydı bina ve bizim sınıf dördüncü kattaydı. Göğe yakın olma hissi iyi geliyordu.

Gerçi yazın rakımı üç bin metreye yakın yaylalarda bulutların içinde kaybolmuşluğumuz çok olmuştu. Lakin yüksekten bakmak çocuk yanımıza neşeli bir güven katıyordu.

İlk kez tek katlı evden çok katlı bir binada göğe yakın olma heyecanı yaşıyordum.

Kısa sürede yeni girdiğimiz ortama hem yurtta hem okulda alıştık. Özellikle yurttaki arkadaşlarla bir aile olduk.

Pencere kenarında göğe ve şehre bakmak bir masal gibi gelmişti bana : Caddeler, sokaklar, binalar, insanlar... Otuz haneli üç yüz nüfuslu bir köyden gelen bir çocuğun birden dünyası değişmişti.

Dağdan, ovadan, bayırdan, koyundan, kuzudan koparılıp çok katlı binalara adım atmak modern bir hayattı. Lakin modernizmin mabedleri görülen binalar yıllar geçtikçe gönlümüze yayla olan kendiliğimizden peyder pey bir şeyler aşındırmanın da ilk adımıydı. Bunu daha sonra yıllar geçtikçe fark edecektik. Kimimizi bir daha kendisi olmamak kadar uzaklaştırdı kendisinden. Kimimizi de kendisi ile yeni dünya arasında bir yerde adressiz ve kimliksiz bıraktı.

Derslerde farklı yörelerden gelmiş şık giyimli öğretmenler görmek bizi heyecanlandırıyordu. Çocuk dünyamıza vay dedirtip yeni bir dünyanın kapısını aralatıyordu bu öğretmenlerimiz bize. Bizim yörenin öğretmenleri birkaç kişiyi saymazsak öğrencilere karşı merhametlerini saklıyorlardı. Öğretmenlik eğitiminin bilgi boyutunu almışlardı lakin eğitim boyutunu almak da yetersiz kalmışlardı. Şiddeti dillerinde ve bedenlerinde bize hissettirmekte mahirdiler.

Özellikle Batı bölgelerinden gelen öğretmenlerimiz daha zarif insani yaklaşımlara sahiptiler. Giyimleri dilleriyle aynı paralelde bir Cumhuriyet nesli edası taşıyordu.

Dillerinde, davranışlarında, yürüyüşlerinde disiplin ve kontrol vardı. Sanki üstten bir göz görevlerini yapıp yapmadıkları konusunda onları gözetliyorlardı

Yıllar sonra dönüp baktığımda Cumhuriyet kazanımlarını getirmek, anlatmak, aşılamak için buradayız mesajı ile durdukları fotoğrafı zihnimde duruyor.

Resmi dil ile barışık değildi hayatımız lakin zamanla okul iki yüzlü bir ruh hali oluşturdu bizde. Okulda savunup övmekte bülbül kesildiğimiz değerler okul bahçesinden çıkınca okulda kalıyordu. Beraberimizde taşımıyorduk onları dışarıya. Hatta sivil hayatta karşıydık onlara.

Profesör Teoman Duralı’nın “ÖYLE GEÇER Kİ ZAMAN” söyleşi kitabında başöğretmenin annesine söylediği “bu çocuklar altı, yedi saat uhdemizde kalıyor ve eve gidince bambaşka bir havaya bürünüyorlar” ifadesi bizim içinde geçerliydi. Teoman Hoca “Müslüman Türk kültürüydü” büründüğümüz hava diyor devamında. Aynı durum bizim içinde geçerliydi.

“Halı, minder, yastık, seccadenin” hakim olduğu bozkır kültüründen “masa, iskemle, dolap” kültürüne dönüşmekte direniyorduk.

Dönemin ortalarına doğru okulumuza gencecik kıpır kıpır bir müzik öğretmeni atandı. Öğretmenliğinin ilk yılı. Giyimi, kuşamı, duruşuyla içimize sanki başka bir dünyadan gelmişti. Güngörmüş zarif bir aile edası vardı.

Şehir ve şehrin insanından tamamen ayrı bir insandı.

Bize notaları öğretmek içimizdeki ses hareketliliğini notaya uyarlamak için olmadık fedakarlıklar yapardı. Do re mi ... bir nota kaç vuruş eder. Anlatıyor, bizi tahtaya çıkarıp uygulama yapıyor ses tonlamalarımızda. Hayatımızda ilk kez müzik bilgisine vakıf olan bir öğretmenden müzik dersi alıyorduk. Disiplin tanımayan ses, çocuk kontrolsüzlüğünde inat ediyor. Hocamız, her şeye rağmen bize medeniyetin değerlerini anlatmakta geri durmuyordu. Hocamız da kendi değerlerinden arınmış bir eğitim tezgahından geçtiği için bize sentetik bir güzellik gibi geliyordu. Zarifti, güzeldi, onu seviyorduk ancak onun dünyasında kendimize yer bulamıyorduk. O da kendi dünyasından bize ulaşamıyordu. Bir kaval çalsa belki her şey bitecekti. Aramızdaki tüm duvarlar yerle bir olacaktı. Bir daha sus demesine gerek duymayacak kadar ona bağlanıp susacaktık. Lakin hocamız da önce kendisine yabancılaştırılmış bir eğitim tezgahından geçirilmiş sonra da bize yabancılaşmıştı. Piyanonun 1980’li yıllarda şehrimizde bir karşılığı yoktu. Medeniyet (!) adına bir sese kulak veren diğer sese karşı sağırlaştırılmıştı.

Hepimizin ölümcül bir virüs ile mücadele ettiği günümüzde kendisini ve kendi değerlerini aşağılayan eğitimli (!) insanların yazdıklarını görünce kendilerine olan yabancılaşmaları zavallı boyutunun ötesinde.

Yunus’un tabiriyle “ kendini okuyamamışlar.”

Bundan sonra nice okursalar ne yazar !

YORUMLAR (7)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
7 Yorum