Karınca Ezmez
1980’li yılların ortalarından itibaren hayatım köy ile kent arasında gidip geldi. Önce Doğu Anadolu’nun küçük şehirleri. O şehirlere farklı köylerden gelen çocuklar ile yurtta tanışmalar, arkadaşlıklar, birbirimizden öğrendiklerimiz.
Sonra Türkiye’nin her yöresinden insanların ekmek kapısı diye yolunu tuttuğu istanbul.
İstanbul’da Türkiye’nin farklı bölgelerinden gelen insanlar ile arkadaşlıklar, dosluklar, paylaşımlar yaşadık.
Yetmedi kah yurt dışı gezileriyle bu sefer dünyanın farklı ülkelerinden, kıtalarından gelen insanlarla tanıştık. Onlardan aldıklarımızı heybelerimize koyarken onların da heybelerine kültürümüzünden, yaşantımızdan kattık.
İnsan, bir nevi gördüklerinin toplamıdır. Çok gezen bilir. Ancak bu bilmek kuru bir bilgiden ibaret değil. Yunus Emre’nin “kendini bilmek” ile eş değer bir bilmek.
İnsan gezdiklerinde görme ön plandadır.
Göz görür, akıl gördüklerini anlamlandırır, gönül görüp anlamlandırılanlara duygu katar.
Üç duyumuzun eleğinden geçen geziler insanın kişiliğine siner ve insana bir olgunluk, olmuşluk, şahsiyet, kişilik kazandırır. Aksi durumda ise gezip görülen yerler bir sel gibi gelip geçer. Sinmeyen geziler insanı görme oburluğuna dönüştürüp egonun fildişi kulesine destek verir.
Bu yılda İstanbul’dan kaç şehir kasaba kent geze geze köyün yolunu tuttuk.
Köyler artık köy olmaktan çıktı. Sermaye, köyleri kent özentisi evlerin yapıldığı farklı bir renge büründürdü. Köyün, köy inansının artık kent ile bağı daha sık, daha ivedi, daha iç içe.
Dağ başlarında deniz görmemiş köylü kalmadı gibi. Köyün içine kent girdi. Kentin de içine köy.
Kimi köylünün hayatını, şehir medeniyeti görgü zenginliği kattı. Kimi köylü de şehrin zıppır yanına kanıp doğallığını kaybetti .
Dün komşu köye doğru yola çıktık. Yol dediğin hikmetler kapısının anahtarı. Doğada yürürken her adım bir farkındalık her bakış bir renk katar insan hayatına.
Karasal iklimin haziran güneşi tepemizde. Nem yok. Hava zıpkın gibi. Ne araba ne sanayi. Bu yıl rahmet çok yağmış bölgeye.
Her yer Erzurum-Kars çayırlarını aratmayacak boyda ve tazelikte. Yukarı doğru tırmanıyoruz. Tırmandıkça görüş alanımız genişliyor. Vadide, çukurda, ovada tırpancıların çayırları jilet gibi kesen tırpan sesleri yankılanıyor. Yankı emeğin sesini rüzgarla bize ulaştırıyor. Yazın başı pişenin kışın aşı pişer, atasözünü içimizden geçiriyoruz.
Dağ taş fıtrat tadında. Kirlenmemiş, kirletilmemiş. Pisi pisi otları ayaklarımızın altında. Kah deve dikeni kah sığır kuyruğu. Süpürge otlarının morlu yeşilli renk cümbüşü Yoncalar taptaze. Kuş otu, kuzukulağı, yarpuz, yemlik, ısırgan yumurta hardal otlarını rüzgar dalga dalga dalgalandırıyor. Gelincikler dalgaya kan kırmızılığının ihtişamını ekliyor. Güneşten boncuk boncuk terimizi rüzgar serinletiyor.
Zağ köyüne varıyoruz. Köy karadeniz köylerini anımsatan dağınıklıkta. Küçük tepeciklere taht kurmuş evler, bahçeler, bağlar.
Köyün sol girişinde taş bir ev dikkatimizi çekiyor. Gelin evin bahçesinde yatak, yorgan, yastıkları havalandırıyor.
Selam verip hal hatırını sorduktan sonra yatak yorganlarda yatacak kadar insan var mı, diyorum.
Gelin; kışın yok ama yazın gurbetten gelen çok olur, diyor.
Bu evin sahibi kim, siz kimlerdensiniz sualime karşılık; gelin hanım Hacı Mustafa’nın evi diye ekliyor.
Hangi Hacı Mustafa? İŞu karınca ezmez olan Hacı Mustafa mı? Gelin hanım gülümsüyor. Kendisi nerede diye sorduğumda içerde Kur’an okuyor, diyor. Zaten farklı bir şey yapsa şaşardım diye gülüyoruz.
Hacı Mustafa, Allah’ın adamı. Yolda yürürken yaradılan her varlığın yaradanın bize emaneti özeninde. Yürürken gösterdiği özen karıncaların varlığını dahi gözetip basmamaya dikkat eder. Hazreti Süleyman’ın karıncalar ile olan mesajından ilhamla. Bundan dolayı karınca ezmez olarak bilinir.
Bununla da kalmaz, kendisine saldıran köpeğe dahi hoşt demez. Mahlukatın saldırmasında bir hikmet vardır. Dağda sürüye kurt saldırır, kurtta rızkının peşinde onun da rızkı var bizim beslediklerimizde deyip kurdun koyunu yemesinde nasip yükler.
Ağacın, böceğin, kuşun her türlü bitki ve hayvanın hakkını insan hakkından bir adım önde tutar. Onlar da birer varlık. Kiminin ağzı var dili yok kiminin ağzı da dili de yok onların hakkı bizden sual olunur misali dokunduğu, gördüğü her canlıya yaradılanı severiz yaradandan ötürü şefkatıyla yaklaşır.
İstanbul’a gelir lakin geldiği gün gideceği günün hesabını yapar.
Pencereden, kapıdan baktığında; göğü, bulutları, yağmuru, kışın beyaz örtüsünü görmeli. Görüp hamdını eda etmeli. Suyun akışındaki ritme şükretmeli.
Karıncanın azmini İbrahim’in ateşini söndürmeye yorup peygamberler menkıbelerini anımsamalı.
Kargaların dört mevsim kendileriyle baş başalığında karga ötüşünü hayırlı habere yorup çocuklarından aldığı habere sevinmeli. Sevinci gurbet içinde gurbet ile derinleşmeli.
Dünya fani, akranlarından geriye kendisinin kaldığını her doğan günde görüp “Şeb-i Arûs”una ana yurdunda konu komşunun yasinleriyle toprak ile buluşmalı.
Hasılı Hacı Mustafa ölmeden önce ölümünü hazırlayıp anlam dünyasının deryasında var ile yok arasında. Var ama sözü kendinden başkasına duyurmuyor. Yok ama sesini yanlışın önünde bir set uyarısı.