Hayatının haziranında aşk vardı
Haziran ayının son günleriydi. Güneş tepemde. Beynimi çalkalıyor. Bir hohlamalık esinti dahi yok. Sıcaklık göğe halka halka havalanıyor. Yarım saat önce toprakta dirim dirim duran, rüzgara kafa tutan ekinler tırpanlanıp yere yığıldı. Bıçağın altına uzanmış kurbanlık gibi masum ve can çekişir halde soluyorlar. Nefessizler. Bana onları tırmıkla toplamak düşüyor. Güneş aman verse tırmıklayıp toplayacağım. Buğulanan sıcaklığın halkaları gittikçe irileşiyor. Elimde tırmık dikelenip çivilendim buraya.
Sıcaklık arttıkça cırcır böceklerinin feryadı seremoniye dönüşüyor. Ova baştan başa cırcır. Ses yerden göğe yükselen bir vird. Senfoni dağın ırmaklarını, ovanın sevincini, ağaçların neşesini, derenin serinliğini, taşın merhametini, gevenin istikrarını, ne aradığını bilmeyen leyleğin şaşkınlığını, inin cinin top oynadığı ovanın gürültüsünü koynuna alıp vecd haliyle seslerini göğe ulaştırma uğraşında.
Alman Şair GOETHE'NİN şiir diliyle “Hepimizi koynuna alıp” bizleri daha ötelere taşımak ulaştırmak eriştirmek isteyen bir uğraş telaş onların uğraşı.
Seremoni vecdinin dalgınlığında kolumda bir ısırık hissediyorum. Koluma bakıyorum. Siyah karıncanın hırsı. İntikam alırcasına koluma iki dişini geçirmiş. Isırdıkça ısırmaya çalışıyor. Hırsına gülümsüyorum. Hırsı geçince kolumda dolaşıyor. Onu alıp toprağa bırakıyorum. Haydi, İbrahim’in ateşini söndürmeye bir damla suyu sırtlayan karınca vecdiyle yoluna hayatına dön, diyorum.
Tırmık halen elimde ovada bir ben varım. Öğlenin kavuran sıcağında herkes gölgeliklere çekildi. Sıcaktan beyin melekelerimi kaybetme arefesindeyim. Olduğum yere mıhlanmış gibiyim. Cırcırların seremonisinden kendimi alamıyorum. Dereden bir nefeslik esinti yüzümü yalıyor. Sesini fark etmemi sağlıyor. Su, boğazımdan geçmiş gibi hem yutkunuyorum hem serinliyorum. Su; abı hayat, insan mayası. Göğün toprağa mükafaatı. Bitkilerin samarına Tanrı’nın nefesi. Gökten inen sudan kısmetini alan bitkiler tanırının mayası ile mayalanarak rızkın tanrı katındaki şöleni.
Düşünce dalgınlığımda uğur böceği tırmık tutan parmağıma konuyor. Bunu alınterimin mükafatına yoruyorum. İki kanadını ayaklarıyla kontrol altına alıp kendine yer ediniyor. Parmağımı yokluyor, güvende olup olmadığını yokluyor. Güven hissi alınca parmaklarımda dolaşıyor. Dolaşıp göğe bakıyor. Şehadet parmağımda duruyor. Yönünü belirleme kararında birkaç kez etrafını dönüyor. Sonra kıble yelinin yönüne havalanıyor. Ben uç uç uğur böceği şarkısını demeye takat bulmadan gözden kayboluyor.
Onun gittiği yöne bakakalıyorum. Göğe asılı salkım salkım bulutlarla göz göze geliyoruz. Yağmura dönüşmekte kararsız bulutlar. Bulutların kararsızlığı güneşi cesaretlendiriyor. Güneş som altın misali kor kor toprağı yakıp kavuruyor. Beni yakıp kavuruyor. Kesilmiş limon dilimleri gibi omzuma, başıma düşüyor. Ayna ayna, pul pul yere düşüyor. Yerde halkalanan buğularla yerde var olan her canlıyı semaya çağırıyor. Yerde ateşten bir elbise olup üzerime geçiriyor kendini. Yanıp kül olmama ramak var.
Ayaklarımın dibinden gelen sese bakıyorum. Tırmığın parmaklarına konan cırcırın çığlığı. Durmaksızın cırcır. Ona çekirge eşlik ediyor. Çekirge daha sabırsız. Başka bir serinliğe zıplıyor. Tanrım diyorum insan bu saatlerde ölse eksiksiz bir ölüm olacak bu. Her zerrem vecdin şahidi olmaktan çıkıp vecdin kendisi oluyor.
Derken “Çok ekmeğin yedim helallaşalım/ Geçti dost kervanı eyleme beni eyleme beni” elindeki sopayla tozu dumana katan delikanlı bir ses. Kervanını kaybetmiş bir aceleci. Aynı nakaratta takılı kalan bir takıntı. Haydan gelip huya giden bir belirsizlik. Kadri kıymeti bilinmemiş gencin kendini yollara vuran hali. Başı dumanlı bir dağ gibi. Ne zaman nereye karını boranını bırakacağı belli olmayan patlamaya hazır bir fırtına. Nakaratı her tekrarda daha yüksek bir hırs. Kervancıya “Yarin hatırası aşkın bir katresinden daha güzeldir./ Aşkın ateşi yaşamaktan daha güzeldir”i sesleyen İranlı Mohsen Namjoo’nun haykırması. Ve ekliyor Namjo:”Ey kervancı Leylamı nereye götürüyorsun?”
Aşkını, kimsesizliğini, yalnızlığını, başıboşluğunu, iliklerine kadar hisseden çığlıklar. İnsansız bir mekanda insana haykırıyor. Sesin yankısı bir müddet daha kendini işitmede cömert davranıyor. Sonra yolcuda seste aşkta kervancıların battığı vadide kayboluyor.
Halen ovanın ortasında tırmıkla ayaktayım. Vakit öğlene yaklaşmış. Rençperlerin tamamı söğüt gölgelerinde. Bu sıcakta değil tırpan çekmek nefes bile almak zor. Topraktan yükselen buğunun göğe halkalanması. Sıcaklığın rengi var mıdır? Ateşin bir rengi var. Lakin ateşin olmadığı bu sıcaklıkta ısının rengi saydam bir halka. Sağımda yassı taşın üstünde gezinen kertenkeleye gözüm ilişiyor . Taşın en sıcak noktasında duruyor. Uyuyor dediğim anda sinek avlıyor. Kertenkele pususu bu olsa gerek. Sinek avlamak için günün en iyi saatleri en sıcak saatler. Sıcaklık arttıkça böceğin sineğin vızıltısı da arttıyor. Dere kenarında otlanan ata sineklerden mecal yok. At, sinek kovmaktan otlanmayı bıraktı. Kuyruğuyla gövdesine konan sinekleri kovuyor.
Başını aşağı yukarı sallayarak sineksiz nefes almaya çalışıyor.
Kül rengi kertenkele yine pusuya yattı. Gözleri tamamen kapalı. Nefes alırken çene altı derisi kabarmasa sinekten zehirlenip öldü diyeceğim. Sinekleri birer birer ağzına düşürmekte mahir olduğuna birkaç kez daha şahit oluyorum. Fıstık yeşili derisinin güzelliğine hayran hayran bakıyorum.
Kendimi Dino Buzzati’nin Tatar Çölü romanında geçen Bastiani Kalesi’nde tüm gün gözünü kırpmadan barbarları bekleyen Genç teğmen Giovanni Drogo’ya benzetiyorum. Gözlerimi kırpsam veya dalsam vecd halinden sıyrılacağımdan korkuyorum. Tırmığa tutunmuş temaşa ediyorum.
Mevcut durumum ne kadar sürdü bilmiyorum. Öğlen yemeğimiz geldi, sesiyle irkiliyorum. Tırmık elimden düşüyor. Sendeliyorum. Düşüyorum. Kendime geldiğimde buz mavisi gök. Göğü yırtan leyleğin kanat çırpınışları.