Hayatın içinde kirpi olmak
Muriel Barbery ‘in Türkçeye “Kirpinin Zerafeti” adıyla çevrilen bir romanı var.
Roman aynı zamanda “Yaşamaya Değer” adıyla da sinemaya uyarlanmış. Son yıllarda okuyup benim romanım diye beğendiğim özellikle ikinci kez kendini okuma isteğini içimden geçiren kitapların varsa filmlerini de izliyorum. Bazı romanlar filme uyarlanırken beklediğim karşılığı vermese de bazı romanlarda filmden daha fazla bir karşılık buluyor bende.
Kirpi’nin Günlüğü kitabı da filme kitap kadar başarıyla uyarlanmış bir eser.
Roman bir apartamanda yirmi altı yıl kapıcılık yapan ve herkesin gözü önünde olmasına rağmen kimsenin görüp farkına varmadığı kapıcı kadın ile senatör bir ailenin kızı olan kendi evinde saklanan, tutunamayan, gördüklerini sürekli kameraya alan on yaşlarındaki kızın hayatı merkezinde ilerliyor.
Daha sonra kapıcı kadını keşfeden Japon kiracının gelmesiyle filme bir renk daha eklenir. Farklı insan tiplerinin oturduğu burjuva bir apartman. Film sadece apartman içinde geçmesine rağmen eserdeki derinlik filmi izleyene sıkıcılık değil merak, düşünme, tahlil etme, analiz yapma gibi ufuk açışlara yöneltiyor.
Çocuk karakteri kapıcıya kendinizi anlatın dediğinde kapıcı “ağırbaşlı ve önemsizim” derinlikli iki felsefik tabir kullanır. İki kelime ile kendisinin ve toplumun fotoğrafını çerçeveletiyor okuyucuya.
Buna karşılık çocuk “hayatın içinde hepimiz kirpiyiz.” tespitiyle toplum içindeki çağın insanını ifade ediyor.
Hasılı apartmandan ülkeyi dünyayı görüp analiz etme fikri uyandırıyor okuyucu ve izleyicide. Apartman hayatından toplumun görmediklerini görmeye değer bulmadıkları günlük hayatın küçük görünen ancak gerçekte büyük kahramanlarını insan ile ilişkilerini eleştiri gözlüğünde okuyucu ve izleyiciye hissettiriyor.
Oğuz Atay’ın “Tutunamayanları”ını, Orhan Veli’nin nasırdan çeken Süleyman Edendi’sini zaman zaman zihnimizde çağrıştırıyor romandaki iki karakter.
Toplumun sağır ve kör olduğu küçük görünen büyük kahramanlar. Günlük hayatta aslında hayat onlarda nefes alıp veriyor. Onlar toplumun hassasiyetlerine özen gösterip insani ilişkilerin insani değerde devamını önemsiyorum. Hayat yükü altında ezilse de dürüst olmayı ekmek su gibi kutsal görüyorlar. Siyasi baskılara rağmen hak bildiğini dile getirmekten kendini alıkoymuyor. Kuşun, böceğin, ağacın, yoksulluğun hakkını dar imkanlarına rağmen gözetiyor. Doğayı daha büyük kazançlar adına tahrip etmeyi zül görüyor. Avlanırken kendisinden başka varlıkların da hakkını gözetiyor.
Sanat daima küçük görünen büyük adamlardan aldığı gıda ile beslenmiş. Bu söylenenleri burada bekletip gelelim maarife.
Malum on line eğitim artık hayatımızın olmazsa olmazı haline geldi. Köklü vakıf okulları ve bazı özel okullar geçen seneden de ders alarak evi öğrencileri için okula dönüştürmüş durumda. Hatta bazı devlet okullarımız da özel okullardan daha üst kalitede on line eğitim veriyor. Tabi bu devlet okulları bir elin beş parmağı kadar az.
Pazartesi ekran karşısında canlı dersler başladı. Başladığının ikinci günü olan dün, on line eğitimin ipleri koptu. Öğretmenler yoğunluktan canlı ders verme sistemine bağlanamadı. Ebe sistemi çöktü. Öğretmenler evlerinin masa başlarında, onları bekleyen çocuklar da ekran başlarında kalakaldılar. Devletimizin ayinesi laftır işine bakmaz misali Ziya Hoca ekran karşısına çıkıp sistemin çökmesi ile ilgili "Bu bir taraftan da bizim için olumlu bir haber. Çünkü inanılmaz bir talep var.” sözü ile sistemin çökmesini lehine dönüştürme pişkinliğine vurdu.
Buradan şu sonuca ulaşıyorum; Tanzimat ile başlayan bürokrasi dili kendini tıpkı roman karakterlerindeki üst perdeden konuşup üst katlarda oturmayı kendisi için hak görüp küçük insanların kendileri için yapmaları gereken hizmeti aksatmalarından dolayı mağdur olduklarını söyleme pişkinliği günümüzde fazlasıyla devam ediyor.
Bürokratik yapı ülkeye hayat veren ve gücünü aldıkları hayata küçük insan muamelesi yapıyor. İnsanları nasırından, yoksulluğundan, farklılığından, itaatsizliğinden, bilmezliğinden... küçük insan konumuna itip kendisinin basiretsizliğini sorumluluklarını yerine getirmemeyi onlara faturalıyor.
Osmanlı’dan gelen ve Cumhuriyet ile devam eden bürokrasinin küçük insanı adam etme hakkını kendinde görme diktatöryası geldiğimiz nokta itibarıyla sistemi her gün çökertiyor. Devletin ve milletin yatağında akmasına engelliyor.
Engin Geçtan’ın “ Mesela Saat Onda” romanındaki sorusuna “ Neden bu ülkede bizimle yaşayan her bürokrasi İngiliz rolüne soyunup bizi himayesinde adam etmeye çalışıyor da kendisi adam olmaya yanaşmıyor?” hepimiz kafa yoralım