Eşyanın hakikatı

Tarih 26 Eylül 1996. İstanbul Üniversitesinden iki ay önce mezun olmanın mükafatı olarak Bakırköy’de liseye öğretmen olarak atandım. 

Aile tarihinde üniversiteyi ilk kez okuyup devlet dairesine memur atanan ilk kişiyim. Devlet bize hep uzak, resmî evrak için gidilen soğuk bir binaydı. Geçmişte de karakol, jandarma, arama, yasak, korku vb gülümsemesi olmayan kelime. 

Memurluk; okuyup yoksulluktan kurtulmanın can simidiydi bizim için. Taşrada halk arasında çalışmayıp keyfi yerinde olanlara “mamur musun” diye hitap edilirdi. Memur olmanın halk nezdine de bir itibarı vardı, halende var köyde kasabada küçük yerleşim alanlarında. Tarlada, yabanda çalışmayıp masa başı iş yapmak dışardan bakınca kolay yoldan para kazanmak demek. Sigortalı olmak da cabası. 

Ailede beni okutup memur kılmanın övüncü; bende ise liseyi, üniversiteyi İstanbul’da okumuş biri olarak İstanbul dışına gitmemenin sevinci. 

Atamamın yapıldığı okula, bu takım elbise benden ziyade sana yakışır, diyerek arkadaşımın bana hediye ettiği takım elbiseyle gittim. Kendimi öğretmenden ziyade öğrenci gibi görüyorumdum. 

Müdür odasına ceketin düğmelerini ilikleyerek girip atama evrakını masasına bıraktım. Ceket iliklemek ast üst farkının eyleme geçirilmiş halidir bürokraside. 

Yüzüme bakmadan emrivaki cümleyle müdür başyardımcısına yönlendirdi. Müdür’de insanlık sıcaklığından eser görmedim. Görev yaptığım yıllarda da müdür olmanın elitist payesini kendisinde görüp emrivakiliği saygınlık ile eşdeğer gördü. 

Ondaki soğukluk devlet kurumlarına karşı acabası olan herkesi üşütürdü. 

Müdür başyardımcısı, müdürün gölgesinde kalmanın, devlet emirlerini yerine getirmenin, kanun kural bekçiliği yapmanın verdiği duygudan arındırılmış konuşmasıyla haftalık ders programını bana uzattı ve yarın derse başlıyorsunuzu, ekledi. 

Her ürünün üstünde ürünü kullanma talimatı olur malûmunuz lakin bari okulda öğretmen olmanın talimatı olan bir broşür verilse diye içimden geçirmedim değil. 

Ders programımda lise bir ve son sınıflara dört ayrı dersten program vardı. İçeri girip ben İstanbul Üniversitesinde şu bölümü okudum bundan derse girmem lazım değil mi demeye cesaret edemedim. 

Şimdi bakıp farkında olmadan bana program konusunda yapılan bir iyilik. O programlar sayesinde tüm sözel dersleri çalışıp öğrendim. 

Bir gün sonra Marmara’ya bakan 9-N sınıfında buldum kendimi. On dört, on beş yaşlarında gençler. Pırıl pırıl bakışlar. Yaz güneşi gören taze bahçe fideleri gibi terli, narin, hassas, şaşkın, ürkek, çekingen, kırılganlardı 

Tolstoy’un “Kazaklar” romanında Kazak kadın kahramanı için dediği “Yaratıcının elinden çıkan ilk varoluş anının güzelliği içindeki yüzler” bakışları bana çevrili gençler içinde geçerliydi. 

Okul insanları seviyor mu soru işareti ancak çocukların ruhlarını büyülüyor. Çocuklarda boş bırakılan yerler; kitaplar ve onların anlatıcıları öğretmenler tarafından tek renk kalemle dolduruluyor. Ebeveynler; çocuklarının gitmesini istedikleri okullar bende olduğu gibi çocuklardaki bütün sevilen haklı olarak ailelerce özenle korunan şeyleri, hatıraları yok etmeye silmeye yatkındı. 

Modern toplumlarda artık her çocuğun kendi kaderini yaşaması imkansız. Devletin çocuklar için hazırladığı kader bir dayatma olarak yaşatılıyor çocuklara. 

Daha sonra öğrendiğimde bu çocukların çoğu Bakırköy’e kenar ya da varoş denilen semtlerden geliyorlardı. Birçoğu ilk kez Bakırköy’ü, denizi okula gelme vesilesiyle görüyordu. 

Devlet dersiyle kirletmemek adına, şimdi bunları yazarken içimden geçiriyorum, keşke dersleri daha rafine ederek anlatsaydım. 

N şubesinde dersimiz coğrafya; evren, dünya, gezegen, ay, hareketler vs. bunları anlatmaktansa içimden bizim coğrafyaya ait bir şey anlatıp bir cana dokunmak daha öğretmen geldi o gün bana. 

Öğretmen masasına dayanıp rızkın anayurdu topraktan başladım söze . 

Her toprağın kendine has hamuru vardır. O hamurun fıtratına uygun bitkiler toprakta yeşerir, büyür, beslenir. Bitki topraktan başını kaldırdıktan sonra toprak onu güneşe emanet eder. Güneş, toprak, su el ele verip ulül emre itaat ile mevcut bitkiyi sağlıklı bir şekilde büyütüp, olgunlaştırıp ona emek veren sahibine şifa ve rızık niyetine teslim etmenin görevlerini kusursuz yerine getirirler. 

Sözü uzatıp yaşadığımız toprakların farklı bereket pınarlarına getirdim. Çocukların gözlerinin bana odaklanmasından cesaretle sözü kırbaçladım: 

Türkiye’nin her yeri birbirinden farklı topraklara sahip. Her toprağın da kendine has bitkisi vardır. Amasya şehrimizin toprak aroması dünyanın en lezzetli doğal elmasını yetiştirir. Amasya toprakları misket elmanın anayurdu olmayı ve insanlarına bu elmadan ikram etmenin sevincini her hasat dönemi kendi dilinde yaşar. 

Misket elmayı anlatma ile devlet dersinde ilk sınavımı vermiştim. 

Daha sonraları okulun merdivenlerinden bir kız öğrenci utangaç sıkılgan acabası olan adımlarla bana yaklaştı. Cebinden iki misket elma çıkarıp uzattı. Her sözün bir cana dokunduğunun meyvesini de almıştım. 

Yazıyı dünya pazarında halen küresel marka olma ile kirlenmeyen doğallığını koruyan Amasya’nın misket elmasına ayırmıştım. 

Ancak yazı kontrolden çıksa da misket elması doğal bir şifa olarak halen yerel pazarımızda. Dünyanın GDO’lu pazarına“ rızkın şifa olduğu hakikatını” unutmadan yediğimiz içtiğimiz sözümüze karışır; ağzımızdan söz olarak çıkar. 

Yunus Emre 

“Bizim ilde tag u taş cümle şeker 

Dokuz bin kişi her dem anı öger” derken misket elması da o şekerlerin içinde. 

YORUMLAR (6)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
6 Yorum