“Bir hayat hikayeniz yoksa nasıl yaşıyorsunuz”
Corona virüs vakalarının ülkemizde görüldüğü ilk günlerde malûmunuz marketlerdeki alışverişlerde günlük seyrin dışında bir hareketlilik yaşandı.
Özellikle hayat hikayeleri sadece sermaye ve başarı üzerine kurulu muhitlerde bazı marketlerin rafları boşaltıldı. İhtiyaçtan öte açlıktan ölme korkusu ile evin her yerine erzak istifledi bazıları. Ölümü ilk kez kendilerine bu kadar yakın hissetmeleri onları korkuttu.
Mithat Cemal Kuntay “Üç İstanbul” romanında
“Yığın; karnıyla düşünür. Gözüyle öğrenir. Kalbiyle kurar.” Geçtiğimiz cuma akşamındaki olay ve marketlerde makarnaya olan talebi düşünürsek tespit yarım asır sonraki insanlar için söylenmiş sanki.
Türkiye’de basın da mal görmüş mağribi gibi bu haberleri boy boy, görüntü görüntü, video video kanallarında paylaşıp gösterdi. Sosyal medyada da kimileri bu görüntüler üzerinden siyasi karalamalara hesaplaşmalara girişti.
Tencere dibin kara seninki benden kara misali.
Ülkenin yararına olup olmadığına, toplumu galeyana getirip getirmediğine bakılmaksızın. Diğer insanların ruh halini de tetikler. Fakir fukarayı zor durumda bırakır. Alan var almayan , alamayacak olan var. Televizyon aletinden erdem beklenmez. Lakin onu işleten zevattan bekler insan.
Oysa ne gezer. Basın koltuklarını işgal eden zevat zor zamanlarda aklın ve vicdanın gereğini değil piyasanın, serbest ekonominin, reytingin, sürü kültürünün gereğini yapmayı tercih etti. Medyanın yanlışlığı da pek dile getirilmedi. Kim nerede dile getirecek diyeceksiniz. Kimse kimsenin kuyruğuna basmaz.
Marketlerde alışveriş iştahının kabardığı o günlerde eve geldiğimde bizimkilerde bir telaş, bir panik, isyan havasında ne olacak bizim halimiz hakimdi.
Ağzındaki baklayı çıkarıp “ herkes erzak depoluyor biz hiçbir şey almadık.” şikayetiyle beni suçlamaya başladılar.
Yaşadığım coğrafyanın kaderiyle hayat hikayesini yaşayan bir aileden geliyorum.
Babam eylül ayı başlarında yıllık erzakımızın temini için köylüler ile Elazığ’a gider.
Köylülerle ortak tuttukları kamyonla giyimden mutfağa kadar ihtiyacımız olan her şeyi alırdı.
Gerçi tahıl, et ve süt ürünlerini kendimiz temin ederdik. Dışardan alınmazdı. Her evin dağ, bayır, yayla dolaşan sürüleri vardı.
Bir yıl boyunca fakir fukaranın da payı içinde olmak kaydıyla erzaka ihtiyacımız olmazdı.
Babam hayat hikayesini ülkenin siyasi tarihi, coğrafi koşullarıyla belirlemiş olup her afete karşı en az bir yıl hazırlık yapmış olurdu. Evde nüfus fazla tabi. Günübirlik hesaplara ailenin hayat hikayesinde yer olmazdı. Babasından Birinci Dünya Savaşı sefalet yıllarını çok dinlemiş. İkinci Dünya savaşı seferberlik yıllarına çocukluğunda şahit olmuş.
Yaşananları hayat hikayesine mektep gibi işlemişti babam. Annemin ve babamın iki sözünden biri:” Allah düşmanımı dahi rızık ile terbiye etmesin.”di.
Coğrafyanın kaderi keder ile doluydu.
İki odalık damda, sofrada dededen babadan sık sık duyardık sefalet yıllarını. Söylenen her sözden, anlatılan her kıssadan hayat hikayemin ilerleyen tarihlerinde hisse çıkarmaya çalıştım. Düşen ekmeği öpüp başımıza koymadan edemezdik. Ekmeği nimet bilir ve kutsal kitap ile eşdeğer bir saygı gösterirdik ekmeğe. Nimete nankörlük etmenin vebalini küçük yaşta taşımak istemezdik.
Sofra kültürü de bir mektepti bizim için. Büyük ve kalabalık aileden gelen insanlar sofra adabını bir ders gibi görür, hayatlarına uyarlarlardı. Sofra gitti adap bitti dersek günümüz için yanılmamış oluruz sanırım.
Ağaca çıkan keçinin dala bakan oğlağı olur demiş atalarımız. Her ne kadar 1980’li yıllardan sonra İstanbul’a taşınsam da aile geleneği ile bağlarım kopmadı. Atiye adım atmanın maziden gelen güçle olacağına inananlardanım.
Ben de babam gibi ağustos sonu eylül başı birçok mutfak erzakımı köylerden alırım. Özellikle el emeği göz nuru ile hazırlanan doğal ürünlerden olmasına özen gösteririm.
Bizimkilerin telaşlanmarını soğukkanlıkla karşılayıp onları kilerin kapısına götürdüm. Onlara kilerdeki mutfak erzakını gösterdim.
Komşuluk hakkı dahil eylüle kadar bize yetecek olan et, süt ürünleri, çay, baklagiller, tahıl ürünleri vb erzakı gösterdim. Bunları bildikleri halde televizyonların, çevrenin etkisiyle varlıklarını unutup talaşlanmışlardı.
Sonra rahatlayıp şükrettiler. Şükür onları rahatlattı, yüzlerini huzura tamamladı.
Rus yazar Dostoyevski “ Beyaz Geceler” eserinde “ Bir hikayeniz yoksa nasıl yaşıyorsunuz” sorusunu yöneltir kahramanına.
Geleneği olan bir aileden gelmek ve o gelenek ile köklerini koparmamak benim hayat hikayemi besledi.
Hayat hikayesi insana her rüzgarda savrulmamayı, piyasa gereği sürü mantığıyla hareket etmemeyi sağlıyor. Haber tellallarının söyledikleriyle telaşlanıp kendinden başka kimseyi görmeden yaşamayı engelliyor. Fevri davranışı kontrol altına alıyor.
Geleneği körü körüne bağlılık “ati”ye atılan adımları engellediği gibi gelenek ile bağlarını koparmak da “ati”de milletleri başka uygarlıkların hamalı taklitçisi haline getiriyor.
Tarihte kültür geleneği olmayan milletlerin zihinsel sömürgeye dönüştüklerini okuyor ve görüyoruz.
Uygarlığımızın kan kaybetmesiyle geçmişinden, aile geleneğinden, kültürel değerlerinden kurtulmaya çalışan ve zayıf karaktere dönüşen nesiller kendi iradelerini kriz anlarında tıpkı market olaylarında gördüğümüz gibi yönetemiyor.
Teoman Duralı Hoca’nın deyimiyle Padişah 2. Mahmut ile başlayan Batı’ya meyl; Tanzimat, Meşrutiyet ile devam ediyor. İttihatçılar smokin giyip gelenek ile bağlarını kesip başkalarının hikayelerini kendi hayat hikayeleri diye sahip çıkıyorlar.
Cumhuriyet artık hayat hikayemize sahip çıkıp bir daha yaşamamak adına mezara gömdü hayat hikayelerimizi.
Teoman Duralı Hoca “ Öyle Geçer ki Zaman” söyleşi eserinde Mustafa Kemal ile İran Şah’ı arasında geçen bir diyaloğu anlatır.
“ Mustafa Kemal, Şah’a ‘başa geçtiğinizde yazınızı değiştirmiyorsunuz.’ diyor. O eşek çobanı Rıza Pehlevi’deki bilince bakın: ‘Biz bu yazıyı değiştirirsek Firdevsi’yi, Hafız’ı, Sadi’yi, Mevlana’yı, Ömer Hayyam’ı nasıl okuyacağız?’ diyor. Mustafa Kemal’in Söyleyecek lafı kalmıyor. Bizde olmayan böyle bir bilinç var.”
Kaybettiklerimizi geri getirmeyeceğimize göre çağın sermaye ve başarı hikayelerinden uzak kendi hayat hikayemizi kurmamız lazım.