Adem’in sözü
2000 yılında Kars’ın büyük köylerinden biri olan Vezin köyde öğretmendim. Vezin köy, 12 Eylül donrası cuntacı Kenan Evren döneminde Ölçülü köyü olarak değiştirilmiş.
Üç yüz haneye yakın Vezin köyde ekmekler henüz bozulmamış, sular kirletilmemiş ve köy doğal halini koruyordu.
Köylüler, zehirsiz topraklarda bire on almak yerine Allah ne verdiyse ile yetinir. Mustafa Kutlu’nun “kanaat ekonomisi”ni rızıkları için kafi görüyorlardı.
Geleneksel ata tohumundan buğday, arpa, yulaf ekiyor. Buğdayı köye yakın değirmenlerde öğütüp una ekmeğe aşa dönüştürüyorlar. Tandır ekmeğinin kokusu metrelerce uzaktan Kars ayazına karışır. Bir insan bedeninin ihtiyaç duyduğu birçok vitamini bünyesinde barındırırdı. Ekmeğin bozulmadığı yerde insan da ekmeğin kadir kıymetine eş değer nitelikte olur. Selam alıp vermek, hal hatır sormak, kadir kıymet bilmek insanın olmazsa olmazıydı.
O yıl Ramazan ayı, kasım sonu aralık başına denk bir kış müjdesi gibi Vezinköy’e geldi. Yahya Kemal’in bir ramazan günü Üsküdar’ı gezerken yaşadığı ruh halini anlatan “Atik Valde'den İnen Sokakta” şiirinde Üsküdar evleri için söylediği “Bir nurlu neş'e kapladı kerpiçten evleri.” dizesi Vezin köyün taş evleri için de geçerliydi. Yüz bin melek orucun nurlu neşesini kerpiç evlerin bacasından bıraktı. İftara yakın saatlerde Vezinköy’den yükselen dumanlar ramazanın ulvi tablosunu göğün ruhuna işliyordu.
18 yüzyılda yaşayan Alman Filozof Novalis’in “Şair aşkın doktorudur.” sözünü ramazan; insan bedeninin ve ruhunun doktorudur olarak da okuyabiliriz.
Vezin köydeki okulda on altı öğretmen görevliydik. Bazı öğretmen arkadaşlar, ramazanda öğrencilerin gözlerinin içine sokarcasına çay ve sigara içmeyi bir marifet sayar. Tanrı tanımamazlıklarıyla kendilerini köylülerden üstün görüyor. Öğrencilerse onların bu pespaye davranışlarına tuhaf tuhaf bakıp neden böyle davrandıklarına dair şaşırıyorlardı.
Son ders zili çalınca öğretmen arkadaşlar, Kars şehir merkezinin yoluna girer, ben ise köyde iki gözlü sağlık ocağı lojmanının yolunu tutardım. Ramazanın uzun kış gecelerinde Dante’nin “İlahi Komedya”sını okur. Beatrice ile cennetin ve cehennemin tüm katmanlarını dolaşır, birçok kahramanla İlahi Komedya’da söyleşirdik.
Ramazan ayında okul çıkışı öğrenciler yanıma sokulur. Babalarının iftar davetini güvercinin ayaklarına bağlı bir mektup gibi sunarlardı:
”Hocam akşam iftara bize davetlisiniz veya akşam babam sizi iftara davet ediyor.” Daveti cebime bırakır ve uzaklaşırlardı. İftara yarım saat kala lojmana gelip beni alır. İftar sonrası da hakeza beni lojmana bırakıp “Allah rahatlık versin” ile vedalaşırlardı.
Misafirliğin kendileri için ne kadar ulvi bir gelenek olduğunu taş eşikten eve adımımı atar atmaz yaşıyorduk. Babam yaşındaki insanların kapıda beni ağırlayıp hoş geldin ile başlayan karşılamaları, gülümsemleri, neşeli halleri. Misafir odalarının en muteber köşesinde kaz tüyünden minderler yastıklar ile ağırlanmaktan mahcubiyet hissi yaşardım.
Sezai Karakoç’un “Sütun” yazısında ifade ettiği “Oruç müminin kalbinde iftar eder. Onun sofrasında, göğe mahsus yiyecekler bulunur.” tespitini ev sahiplerinin davet, ikramlarında da görmek mümkündü. Misafiri, evlerinde değil adeta ağırlar, iftar sofralarını da gönül tahtından çıkarıp sunarlardı.
Taş evlerde evin hali vakti nasıl olursa olsun misafir eksiksiz ağırlanırdı. Misafir odasında soba kurulur. Odanın baş köşesi misafire ayrılır. Evin en lezzetli yemekler ona ikram edilir. Evin kızı, gelini, genci, hanımı, beyi misafir için el pençe durur. Misafiri Tanrı’nın bir lütfu mükafatı görür ve öylede ağırlarlardı.
Yer sofrası, tandır ekmeği, peşgir, taş evin her tarafına buğusu sinen kuş otu çorbası, ğengel, üzümlü bulgur pilavı, pilavın ortasına cennetten bir lezzetmiş gibi konulan et, katık, ikramlıklar… İftar sofrası, Tanrı’nın cennette vaad ettiği mükafatın yeryüzündeki haliydi. Orucun ilk mükafatıydı.
Biz iftar açarken evin delikanlısı bir eksiği gidermek için hazır bekler. Sobanın sıcaklığı sadece odayı değil tüm soğuk kalpleri ısıtırdı.
Sobada çatırdayan odun, fokurdayan su sofraya mistik bir hava katardı.
Ramazan ayı boyunca bir evden başka bir eve iftar davetleri devam etti. Lojmanda tek başıma bir gün iftar açmama razı olmadılar.
Derken haziran geldi. Hizmet sürem bitti. Sofrasında bulunduğumuz ekmeğini yediğimiz, suyunu içtiğimiz insanlar ile bir gün önce helalleştik. Ayrılacağım günün sabahı, akşamları sık sık gittiğim yan komşum Nevzat amca ile vedalaşmaya gittim. Nevzat amca, eşi, oğlu, kızıyla tek tek vedalaştık. Helallik istedik. Özellikle Nevzat amcanın eşine elinizin, emeğinizin hakkı var üstümde. Yemeğinizi, ekmeğinizi yeyip suyunuzu içtik. Bilhassa kendisinden helallik istedim.
Küçük oğulları Adem kaldığım lojmana kadar geldi. İkimiz lojmanı son bir kez yokladık. Boş duvarlar hiç insan ağırlamamış gibi yüzümüze baktı.
Adem’le vedalaşmak için kucaklaşmaya kollarımı açarken Adem “Hocam biliyor musunuz, ben ramazan ayı boyunca sizin evinizi gözetledim.” Neden dememe varmadan devamını getirdi:
”Hocam, babam ramazan başlarken bana dedi ki oğlum ramazan boyunca hocanın evini gözetle. İftara 15-20 dakika kala hocanın lambası yanıyorsa hocayı bize iftara çağır. Tanırının bize konuğudur. Bir başına iftarını açmasın.”
Ademin sözü beni olduğum yere çiviledi. Durdum. Kilitlendim olduğum yere. Nevzat amcanın evine doğru baktım. Eşiyle kapıda halen bana el sallıyorlardı. Vedalaşmayı daha bitirmemişlerdi. Adem’i unuttum.
İradem dışı onlara el salladım. Bu hal ne kadar sürdü bilmiyorum. Ademin sözü ruhumun kılcal damarlarına kadar sokulmuştu.
Adem’in, hocam köy minibüsü sizin için korna çalıyor. Geç kalacaksınız, uyarısıyla kendime geldim.
Adem, her zamanki gülüşüyle bana sarıldı. Gözlerimizi parmaklarımızla sildik. Minibüse bindim. Arka koltuğa geçtim. Köye, lojmana, Nevzat amcalara, on beş aylık bağlılığa, okula, ayazına, Ermenistan sınırına, savaş talimgahlarına, göğe, bulutlara, viran kiliseye, Vezin köyün ağaçsız haline bakıp tekrar tekrar vedalaştım. Helallik istedim. Derin bir iç geçirerek önüme döndüm.
Adem’in sözü her ramazanda bir insanlık karnesi gibi önüme düşüyor.
İftar davetine; yalnızı, yoksulu, yaşlıyı, kimsesizi, komşusunu, ahbabını, dostunu davet edenlere, tek başına iftar etmeyi zül görenlere selam olsun.
Sezai Karakoç’un “Yalnız insan orucu özlemez, oruç ta insanı özler.” hikmetli sözüyle noktalayalım.