Eda İşler’in öyküleri
Bugünkü yazımda Eda İşler’in “Kaza Süsü” (2019) adlı öykü kitabını değerlendireceğim. İşler’in öykülerinde dikkati çeken ilk özellik; mutsuzluğun bir leke gibi dağılıp büyüyerek tüm öyküleri kaplaması bence. Dolayısıyla öykülerinin hemen hepsinin kahramanı mutsuz. Örneğin “Gazete Parçaları”nda Ekrem Bey’le evli Sevim Hanım, kocasının ilk eşi Ayla ile tekrar irtibat kurması, “Ceket Olayı ve Tanıkların Hikâyesi”ndeki Fatma Hanım, kocası Ali’nin çocukluğunda sevdiği Ayşe adlı bir kızı bulmak için evi sık sık terk etmesi nedeniyle mutsuzdur. Benzer biçimde “Bu, Ayhan’ı Üçüncü Kaybedişim”, “Ceviz Ağacı”, “Yedi Şubat”, “Acının İptali”, “Fotoğraf” adlı öykülerde de ana tema, mutsuzluk. Örneğin “Bu, Ayhan’ı Üçüncü Kaybedişim”in kahramanı Ayla Hanım, Ayhan adlı çocuğunu kaybettiği için ruhsal bir travma yaşar, oğlunun öldüğüne bir türlü inanamaz, tedavi görür. Aynı şekilde “Ceviz Ağacı”, “Yedi Şubat”, “Acının İptali” adlı öykülerde çocuğunu doğum sırasında kaybeden bir baba (Salih) ile yaşayan ikiz kardeşin, “Kaza Süsü”nde bir kazada sakat kalmış bir babanın, “Fotoğraf”ta eşini ve çocuğunu bir trafik kazasında yitiren bir kocanın (Bekir) psikolojik sıkıntıları söz konusudur. “Zamanın İpinde” ve “Başlık: Bir Hikâye” adlı öykülerde, bu kez mutsuz bir yazar olan Sena, ayrılıkla biten kırık bir aşk öyküsünün kahramanı olarak çıkar karşımıza. “Naneli Çay”da ailede susturulmuş, örselenmiş bir genç kızın (Elif), “Tahta”da ise akli dengesi bozuk, dışlanmış bir çocuğun (Hasan) isyanını ve öfkesini okuruz. “Ceket Olayı ve Tanıklıkların Hikâyesi” ise kitaptaki mutsuz portrelerin bir resmigeçidi âdeta.
Kısaca öykülerinde mutsuzluğu çoğaltıyor Eda İşler. Mutsuzlukların insan ruhunda yarattığı yaraları deşiyor; dış dünyadan çok içe odaklanıyor. Bu nedenle olsa gerek, öykülerinin hemen hepsinde bir ‘ben anlatıcı’ var, kahramanların ruh dünyasını yansıtan monolog ve iç konuşmalara geniş yer veriyor. Ancak bu teknik sürekli kullanılırsa öyküyü dışa kapatır, monotonlaştırır ve yavaşlatır. Bu ağır, kapalı ve kasvetli atmosferi, kahramanlarının içe dönük yapısını, monolog ve iç konuşmalara dayalı anlatımı kırmalı bence yazar.
Bu değerlendirmelerden sonra öykülerde dikkati çeken bazı teknik özelliklere değinmek istiyorum. Evvelâ yazarın, çoğu öyküyü gizli bir dikişle; -karakterleri başka öykülerde karşımızda çıkararak, üstelik olay örgüsünde bir boşluk bırakmaksızın- birleştirmesi takdire şayan. Örneğin “Gazete Parçaları” ile “Bu, Ayhan’ı Üçüncü Kaybedişim”in ortak kahramanları Ekrem Bey ve Ayla Hanım’dır; benzer bir örgüyü “Ceviz Ağacı”, “Yedi Şubat” ve “Acının İptali”nde de görürüz. “Zamanın İpinde”nin yazar Sena’sı, “Başlık: Bir Hikâye”, “Ceket Olayı ve Tanıkların Hikâyesi”nde de karşımıza çıkar. “Ankara’ya Giden Bir Tren”in Ali’sine ve “Fotoğraf”taki Bekir Bey’e “Ceket Olayı ve Tanıkların Hikâyesi”nde rastlarız. Ayrıca “Başlık: Bir Hikâye”de Sena adlı bir yazarın öykü karakterleriyle konuşması, kendi öyküsüyle yazdığı öykünün iç içe geçmesi de özgün bir teknik. Ama teknik, ne kadar özgün olursa olsun, hayatın doğallığını; hatta düzensizliğini bastırırsa, öyküde bir ‘yapaylık’ hissedilir. Bu bakımdan örneğin Sait Faik’teki önü sonu belli olmayan, bir kalıba girmeyen azade akışı severim ben. Dolayısıyla teknik ihmal edilmemeli ama hayatın önüne de geçmemeli…
Sonuçta her yazar gibi henüz yolun başında İşler. Dönemin edebî kaygılarından, modasından ve tekniklerinden etkilenmemesi mümkün değil. Ancak kalbine ve şarkıya dönerse, hayata ve insana kalbiyle dokunursa, Tanpınar’ın “Bitmeyen Çıraklık” adlı yazısında işaret ettiği, öykülerimize sinen ve o nereden geldiği bilinmeyen ‘yabancı, yapay hava’ya kapılmazsa iyi öyküler yazacak bence…