Hırsızın kibarıyla dindarı
Dante’nin İlahi Komedyası’nda dikkat çekilir; cehennemde iki şey yasaktır.
Biri, Tanrı’nın adını anmak. Diğeri ise pişmanlık.
Henüz yaşarken günah dünyasında ikisi de serbest. Çünkü tövbe kapısı daha kapanmamıştır.
Cehennem ehli, bu dünyada işlediği günahları inkar da edebilir, Allah’ın adını ağzından düşürmeyip türlü günahlara alet de edebilir.
Son nefes verilene dek tövbe kapısı açık, pişmanlık duyup kurtuluşa erme imkanı dahi var.
Fakat bu, bir günah işleme ruhsatı mıdır? Hayır.
Budizm, dünyadan el çekeceklere, önce nimetlerini tatmayı, sonra terk etmeyi öğütler.
Çilekeşliğe talip olanlar, karar vermeden önce kurtulacakları hayatı tanımalıdır.
Ama buradaki tavsiyenin mantığı da arınmak için kirlenmek değildir.
Ganj’ın kutsal sularında yıkanmak, illa günaha batmış olmayı gerektirmez.
Hacca gidip tövbe etmek, tövbe edilecek bir günah işlemiş olma şartına bağlanamayacağı gibi...
Hayatı tüketmeden tükenişin zirvesi nirvanaya ulaşılmaz diye, günahları tüketmeye koyulmaz bir keşiş adayı.
Şunu düşünürken aklıma geldi...
Edebiyatta ‘kibar hırsız’ karakterine rastlarken neden ‘dindar hırsız’ karakterine rastlamıyoruz?
Fransız romancı Maurice Leblanc’ın Arsen Lüpen’i mesela. Nefes kesen maceralarını, dünyada duymayan kalmadı.
Olmadık hınzırlıklarla hedefini tongaya düşürür, istediğini muhakkak elde eder, peşindeki zehir hafiyeleri de her seferinde atlatmayı başarır.
Ama yeteneğini kötüye kullanmaz, asla alın teriyle kazanandan çalmaz. Haksız servet edinenlerden, çalanlardan çalar ve muhtaçlara dağıtır.
Hırsızlığı sanata çeviren ‘kibar hırsız’ların piridir.
Peyami Safa’nın kibar hırsızı “Cingöz Recai”nin de rol modelidir kendisi.
Soruma geri dönelim...
Kibar hırsızın romanları eksiksiz yazıldı da bir dindar hırsız serisi niye yazılmadı?
Bittabii hem hırsız hem dindar olunamayacağı için.
Hırsızın kibarı, haksız edinenden alıp muhtaçlara vereni olur. Aklın alacağı iş ki romanları tuttu, karakteri sevildi.
Oysa dindarın hırsızı düşünülemeyecek bir şey. Yan yana geldiklerinde oksimoron oluşturuyor.
Dindarsa hırsız değildir, hırsızsa hakiki dindar değildir.
Din hokkabazları yok mu peki? Kullanan, istismar eden...
Gerçek hayatta da romanlarda da karşımıza çıkar din taciri tipler. Ama sahte dindara, dindar denilmiyor.
Dindar görünümlü hırsızlardan söz edilebilir belki.
‘Dindar hırsız’ karakteri romanlarda, filmlerde niye yok? Benim yorumum buydu, başka izah aklımın ucundan geçmemişti.
Ta ki bir dindar pazarcı, “çalıyorlarmış, benim sorunum değil, Allah’la onun arasında, yalan mı kardeşim, dürüst olalım, çalmayan var mı Allah aşkına” diye çıkışana dek...
İşte o çıkış, her şeyi değiştirdi, zihnimi allak bullak etti.
Hayrettin Hoca, bir zamanlar Yeni Şafak’ta “AK Parti’nin ahlak ile imtihanı” başlıklı uyarılar kaleme alıyordu. 2014’ten bu yana çok sular aktı köprü altından.
“Yolsuzluklara karşı etkin mücadele sürdürmesi için iktidarı uyarmak, iktidarı yolsuzlukla suçlamak değildir”den ‘dindarların iktidarına zarar verecekse doğruları söylemek caiz değildir’e evrildi o yazılar.
“Elbette yolsuzluk da ayıptır, günahtır ve suçtur, ama bu suç, (hem seküler hukuk hem de İslam fıkhına göre) hırsızlık suçu değildir” ayrımından ‘Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmamak için kurtlu bulgur yemeye devam’ hassasiyetine geldi o yazılar.
Yolsuzluk dindarı bozmamaya başlarsa, hırsızlık da rahatsız edici olmaktan çıkmaz mı?
Yolsuz-hırsız ayırmadan ‘çalıyorsa çalanla Allah arasında, kim çalmıyor ki’ lafları, dindarlığın kaldırabileceği bir şeymiş gibi rahatlıkla, kayıtsızca söylenebiliyor.
Hesabı bu dünyada sorulmayacak, öbür tarafa bırakılacak, tövbe kapısı kapanana kadar da aramızda dolaşacaksa niye yazılamasın?
Tamamen edebi maksatla bu tipin romanı da yazılabilir demek artık.
Şarkımız Yıldırım Gürses’ten: “Çal kanunum çal”.