Erdoğan sevdalısı taksiciyle belediye muhabbeti
Taksi çevirdim, tanıdı beni, tatlı tatlı laflayarak gidiyoruz.
Erdoğan sevdalısı, AK Parrti seçmeni bir taksici; fikrini ne sakınıyor ne saklıyor.
Halinden memnun mu, soruyorum.
Hayır, diyor. memnun değil. Temel şikâyeti ekonomi, hayat pahalılığı. Ama dünyadan, dış güçlerden kaynaklandığını söylüyor.
Rusya ile Ukrayna savaşta, dünyadaki enflasyondan onlar bile bizim kadar etkilenmiyor, niye ki?
Hem dünyanın da başına belâ, derseniz... Rekor bizde, gökdelenin yanında gecekondu neyse bizim enflasyonun yanında dünyanınki de işte o kadar. Kötü yönetimle, yanlış politikalarla bir alâkası olamaz mı?
Cevap yine olumsuz. Yok, Cumhurbaşkanı Erdoğan ne yapsın, bir kişi her şeye nasıl yetişsin, etrafı yaramazlar ve kötü niyetlilerle dolu, ondanmış.
Her şeye bir kişi yetişemez; doğru, doğru olmasına da her şeyi o kendine bağladı, etrafını da başkası seçmedi, acaba bütün yetkileri bir kişiye vermekle mi yanlış yaptık, ona da haksızlık ama en çok ülkeye haksızlık değil mi, nasıl yetişsin?
Duraklıyor, uzun bir es veriyor, yutkunuyor, bütün yetkiyi tek bir kişiye veriyor ama ne yapıp ne edip sorumluluğu ona vermiyor.
Tokmağı ısrarla bir kişinin elinde, davuluysa ondan başka herkesin boynunda tutunca da bir yere varmıyor taksiciyle konuşmalarımız.
Gülüşerek ayrılıyoruz, muhabbet bâki.
Sonraki gün Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı dinliyoruz; Türkiye'yi İmamoğlu'nun değil kendilerinin yönettiğini, zaten 2019'da yanlışlıkla İstanbul Belediyesini onun aldığını, Ankara ve İstanbul'u geri kazanırlarsa iktidarlarının desteğiyle bu şehirlerde belediye hizmetlerinin aksamayacağını anlatıyor.
İmamoğlu ilk kazandığında seçim yenilenmiş, seçmene hatasını düzeltmesi için ikinci bir şans tanınmıştı.
Hâlâ yanlışlık gibi bakıldığına göre, hatada ısrar ederek İstanbulluların daha büyük bir yanlış yaptığı düşünülüyor, demektir.
Şimdi fırsatı değerlendirip bu yanlıştan dönmeye, Ankara'yla İstanbul'un da sorumluluğunu direkt iktidara vermeye çağrılıyor seçmen.
Aynı taksiciyle bir daha karşılaşsam sorardım:
Her şeye yetişmesi zaten imkansızken bir kişiye, yetmezmiş gibi tutup Ankara'yla İstanbul'u da bağlamak akıllıca mı?
Yetki üstlenecek başka Allah'ın kulu yok mu ülkede, olmasın mı?
GAZZE'DEYMİŞİZ DE HABERİMİZ YOKMUŞ
Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan'ın bir videosu dolaşıyor. Katıldığı bir toplantı sırasında Cumhurbaşkanlığından konuşmasını bölen bir telefon aldığını ve kendisine şu "tarihi" sırrın fısıldandığını "ilk defa" söylüyor:
"Dediler ki Hocam, şu an Gazze'deyiz! Bu kadar."
Nasıl yani? Sunucu üsteliyor ama Yusuf Kaplan, esrar perdesini daha fazla aralamıyor.
Çok bilinmeyenli bu sır yumağıyla ne yapacağınız artık size kalmış.
Gerçekten Gazze'de miyiz, bir örtülü operasyon mu var, öyleyse devletin gizli kalması gereken bir istihbarat sırrı ne demeye bu arkadaşla paylaşılıyor? İfşa etmesi, operasyonu tehlikeye atacak bir sorun ve suç değil mi? Saçmalığın mahiyeti, gizemini koruyor.
Biri, Yusuf Kaplan'ı fena işletti de zırva bir hezeyan söz konusuysa İletişim Başkanlığı niye sessiz, anlamak mümkün değil.
Sosyal medyada, kimin sıktığı tam belli olmayan gülünç bir palavra muamelesi gördü.
Benim de X'teki ilk tepkim şöyleydi:
Cumhurbaşkanlığı, Gazze'ye girdiğimizi bir tek kendine hoca rütbesi takan bu arkadaşa haber veriyor, e ona söylemeden Gazze'ye girecek değiller. Başka da kimsenin haberi yok, Gazzelilerin bile.
Fakat Adalet Bakanı'na atfedilen, kiralarda yüzde 25 zam sınırının uzatılmayacağına dair sözü dahi anında düzeltmişken... Dezenformasyonla Mücadele Merkezi, doğrudan Cumhurbaşkanlığına atıfta bulunan Yusuf Kaplan'ı hâlâ yalanlamadı.
İktidara yarasın yaramasın, yanıltıcı algı numaralarıyla mücadele ediliyorsa bu ne? Edilmiyorsa ona dezenformasyonla mücadele, denir mi? Ve Gazze düştü düşecekken Gazze'yi savunmakla İstanbul'u savunmayı bir tutan söylemi unutturmaya yeter mi?