Savaş dili mi iletişim dili mi?
"Bizim Mahalle”nin iç mesaj tedavülünde, Karamollaoğlu, Davutoğlu ve Babacan’a yönelik dehşetli bir kıyım dili devam ediyor.
“İhanet” en hafif kelime. Ötesinde neler neler yok ki… Dış bağlantılar, Yahudilikten bilmem nerelere kadar uzanan baba – ata üretimi…. çılgın odaklarda ne üretilirse tedavüle konuyor.
Bu yalanlar, iftiralar nerelere kadar uzanır, gerçek dışılığı idrak edilince kimden nasıl helâllik talep edilir, “Kul hakkı” hassasiyetinin “ahiret hassasiyeti, mahşer ortamı hassasiyeti” kadar önemsendiği bir mü’minler topluluğunda hiç hesaba katılmıyor. Bu çarpıklıkları okumak bile insanın içinde “mü’min kardeşinin etini yemek” kadar “tiksindirici” olduğu bilindiği halde, kardeşler öldürülüyor, etleri çiğneniyor…
Sebep ne? Tayyip Erdoğan yönetimine itiraz etmeleri, onun yanından ayrılmaları ve başka bir siyasi yapı içinde yer almaları. Oysa bir insan, Tayyip Erdoğan’ın mesela namazını, orucunu, kişisel ibadetlerini önemli bulup, iş tutma tarzını, ülke yönetim üslûbunu tasvip etmeyebilir.
Öyle de oldu. Tayyip Erdoğan ve arkadaşları, Refah – Fazilet çizgisinden ayrılıp yeni parti kurdu meselâ. İtirazları Erbakan Hoca’nın namazına, niyazına değildi kuşkusuz. Ama o yönetim tarzını doğru bulmadılar. Başka bir dil ile iktidara gelinebileceğini ve Türkiye’yi yönetebileceklerini düşündüler. Bunu başardılar da.
Davutoğlu – Babacan uzun süre beraber oldular Tayyip Bey ile. Hakeza Abdullah Gül, Abdüllatif Şener de öyle; kurucu idiler Ak Parti’de… Sonra “Bu yönetim tarzını doğru bulmuyoruz” diye ayrıştılar.
Şimdi, Millet İttifakı diye bir yapı içindeler. Tayyip Erdoğan karşısına Kemal Kılıçdaroğlu geldi.
“Tayyip Erdoğan mı Kemal Kılıçdaroğlu mu?” gibi bir sorunun Bizim Mahalle’de sorulması tabii. Yine Bizim Mahalle’de bu sorunun “İslam’la ilişki” noktasında sorulduğunu görmek gerekiyor.
Siyaset noktasında halk genelinin içinde de soruyu böyle soranlar olacağı muhakkak. Ancak sorunun böyle sorulmasını yadırgayanlar olması da tabii. Hatta zaman içinde, soruyu önce böyle soranların “Tamam bizimkiler dindar ama şunlar da dindarlıkla bağdaşmıyor” tarzında bir noktaya gelmesi de mümkün.
Ak Parti ilk girdiği seçimde yüzde 36 oy aldı. Sonra yüzde 47’lere, yüzde 49’lara çıktı. Tayyip Erdoğan da Cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 52 oya ulaştı.
En son gelinen noktada, Tayyip Bey’in de Ak Parti’nin de oylarının düştüğü, Bahçeli ve Destici’nin desteklemesine rağmen oyların yüzde 50 artı 1’den bir hayli uzakta bulunduğu ifade ediliyor.
N’oldu? Halkla ilişkiler neden bu hale geldi? “Dindarlık” boyutu değişmediğine göre, insanlar neden mesafe koymaya yöneldiler? Hatta başka sebepler yüzünden “Dindarlık” meselesi bile “istismar”la ilişkilendirilmeye neden başlandı?
Demek ki “Hiçbir şey olmadıysa bile bir şeyler oldu!”
Karamollaoğlu, Davutoğlu ve Babacan yeni bir denklemin içinde siyaset yapmaya karar verdiler. Burası, homojen bir yapı değil. Evet, toplumun farklı damarlarından gelenlerin oluşturduğu bir yapı. Tercih şurada toplanıyor: Erdoğan’ın kişiliğinde buluşan tek renk bir yönetim mi farklı toplum damarlarının bir arada yönetimi mi?
Ben “Keşke, derim, din ile bağlantılı bir kadro, toplumun tüm renklerini kucaklayan bir rahmet şemsiyesi oluşturabilseydi.” Bu genel karakteri “Müslüman” olan bir toplum için, dini aidiyetin en pozitif yansıması olurdu. “Dinin her gün tartışılır olma-ma-sı” böyle bir yapının temel hassasiyet noktası olmalıydı. Ama olmadı. Özellikle genç kesimlerde iktidarla birlikte din de tartışıldı.
Yeni denklemde, Karamollaoğlu, Davutoğlu ve Babacan, dindar kimlikleri bilinen ama her alanda ülke yönetiminde söz sahibi olan bir siyasi profil konumundalar. Onların da kendilerini “sınav duygusu” içinde hissedeceklerini düşünüyorum.
Onun dışında “Bizim Mahalle” yani muhafazakâr camia, diyelim kaçınılmaz biçimde Erdoğan’ın iktidarı kaybedeceği bir durumda, iktidarda sırf CHP’nin bulunmasını mı isterlerdi, yoksa orada “iletişim umudu” taşıyabilecekleri birileriyle paylaşılmış bir iktidar tablosunun bulunmasını mı?
Geçmişte CHP’nin Tek Parti döneminde bile mesela Cihad Baban’ın “Köylerde cenaze namazı kıldıracak imam kalmadı” cümlesi din eğitimi için bir dayanak oluşturmuştu. Demokrat Parti iktidarında İmam Hatipler için Tevfik İleri ve Menderes iletişim imkânı sunmuştu. Ecevit’in “Özgürlükçü laiklik” yorumunu sistemin restorasyonu için imkân gibi değerlendirmiştik.
Karamollağolu, Davutoğlu ve Babacan, hatta Meral Akşener silindi diyelim, Kılıçdaroğlu’nun bilfarz Cumhurbaşkanlığını “Helâlleşme” çizgisinin sınanma zemini gibi görmekten vazgeçip, onun da üstünü çizdik, diyelim…
Ne olacak bu durumda? Mesela karşı karşıya kalınan problemleri çözmek için bir iletişim kanalı aranmayacak mı? Her birimiz mevzilerimize yerleşip, yeni bir iktidar zamanına kadar savaş dilini mi kuşanacağız? Bütün yumurtaları bir sepete koyup, ne olursa olsun demek mi çıkış yolu? Bence her şeye biraz daha teenni ile bakmak gerekiyor. Her türlü çamur atmayı meşru gören bir savaş dili yerine iletişim kapılarını açık tutmaktan söz ediyorum.