İzmir-Amerika İstanbul-Ankara
Bir kulağımız İzmir’de, diğeri Amerika’da.
İzmir’de depremin üzerinden 5 gün geçtikten sonra bile enkaz kaldırıyoruz ve enkazın altından bir canlı göz görebilir miyiz umudunu taşıyoruz. Oysa ölümle hayat arasındaki 72 saatlik altın-gümüş-bronz süre çoktan geçmiş, bakır süre başlamış oluyor ve artık bir Ayda gözü görebilmek, bir canlı Ayda parmağı tutabilmek için mucizeler gerekiyor.
Amerika’da kulağımızın biri, çünkü Amerika’da kimin başkan olacağı bizi çok mu çok ilgilendiriyor. Evet bölgede iddialı bir ülkeyiz ama gene de Rusya’da Putin’in olması ile Amerika’da Trump’ın olmasının Suriye’den, Irak’tan, Körfezden, Akdeniz’den, Filistin’den, Kıbrıs’tan başlamak üzere ilgilendiğimiz her alanı ilgilendirdiğinin farkındayız. Döviz kurlarımız bile aleste bekliyor Amerikan seçimlerinin akıbetini. Evet bağımsız bir ülkeyiz ama dünyada her ülkenin bağımsızlığı Amerikan seçimleri ile bağımlı bir bağımsızlık.
Seçimi Trump mı kazandı, Biden mı? Başkanlığı Trump kazanmış gibi olsa bile acaba Kongre’de çoğunluk kimde, bu bizimle ilişkiler dahil ABD’nin tüm dünyaya yönelik politikalarını nasıl etkileyecek, önümüzdeki süreçte hep bunları konuşacağız.
Ama gelin şu deprem işine bakalım biz yeniden.
Zaten deprem olup, enkazlar kaldırılıp, ölen canlar toprağa verilip Ankara Ankara’ya çekildiğinde deprem işi de unutuluyor. Bizler deprem sırasında gündemde tutmaktan utandığımız Kanal İstanbul’u yeniden konuşmaya başlıyoruz.
Bir tek İzmir’di.
Bir tek ilçeydi. Bayraklı.
Yıkılan sadece 17 bina idi.
Nerede ise tüm bakanlar kurulu oraya geldi. Nerede ise AFAD’ı ile, itfaiyeleri, UMKE’si, İHH’sı, AKUT’u ile bütün Türkiye’nin kurtarma ekipleri orada toplandı. Ekipmanlar yığıldı oraya.
Bu yazıyı yazdığım sırada kurtarma işlemi bitmiş, henüz birkaç apartmanın enkazında çalışmalar devam ediyordu.
Depremden sonra 91’inci saatte Ayda kurtarılmıştı. Ama herkes, 72 saatten sonra artık can kurtarmanın mucizelere bağlı olduğunu biliyordu. Bu demekti ki, enkazlar en kısa zamanda kaldırılmalı ve yıkıntılar altında kalan canlar kurtarılmalı idi. Evet her yıkılış, peşinen canlar alırdı, hele binalarınız ilk sadmede un – ufak olacak niteliksizlikte yapılmışsa, çıkan toz bulutu boğardı insanları, üzerinize yığılan beton parçalarından önce. Ama enkaz kaldırmak da yıkıntılar arasından bir can kurtarmak için hayati önemdeydi.
Ama enkaz kolay kaldırılamazdı, incelik isterdi, taa ki enkazı kaldırırken ölümlere yol açılmasın.
Şimdi İzmir depremini konuşurken herkesin aklında İstanbul’u tuttuğu apaçık bir gerçek. Çünkü İstanbul’un yanı başında deprem fayları var, ikide bir haber veriyor -ben buradayım ve bir gece ya da gündüz ansızın gelebilirim- diye. İstanbul unutulmaz.
İstanbul deyince de 7 civarındaki bir depremde kaç İzmir yıkılışı -ki İzmir’deki deprem bir İzmir depremi değil, Sisam depremi ve İzmir’i dolaylı etkilemiş bir deprem- gerçekleşecek, deprem kaç bin binayı yıkacak, enkazın altında kaç bin insan kalacak ve kaç kurtarma ekibi İstanbul’a gelebilecek, hangi yollardan enkaza ulaşacak, enkaz kaç günde kaldırılacak, yaralılar hangi ayakta kalmış hastaneye götürülecek, anneler, babalar, çocuklar, dedeler, nineler….birbirini nasıl bulacaklar… Bir kıyamet sahnesi değil mi bu?
Evet, deprem olduktan sonra iktidar, sanki İzmir’e özel bir ilgi ile yöneldi. İzmir ukdeydi iktidar için, acaba depremde gösterilen ilgi bu ukdeyi çözebilir miydi? Böyle bir saik olmuş mudur o bakan akını için, ama onun bile enkazı günlerce kaldırmayı çabuklaştırmadığı apaçık bir gerçek. Yani demem o ki, deprem olduktan sonra facialar birbirini kovalıyor. Yara sarmak öylesine zor ki.
İstanbul depreminin tahribatına karşı iktidarın aldığı bir tedbir var mı? Soru bu. 50 bin bina çökecekse…. Ne yapılıyor bir tane eksik çöküş olsun diye? Günler geçiyor, aylar yıllar geçiyor. “İstanbul yıkılırsa bu, ülkenin bağımsızlığını tehlikeye atabilir” gibi bir kbus seslendiriliyor. İstanbul, kim ne derse desin canı bu ülkenin. Sanki deprem gelmez gibi davranılıyor. Oysa İzmir bekliyor muydu depremi, geldi işte. Güpe gündüz geldi hem de. Gölcük bekliyor muydu, İzmit, Adapazarı, Düzce bekliyor muydu, vurdu geçti. Gömüldük denize, toprağa…
Altı balçıkmış evlerin dedik ağladık, binalarda deniz kumu kullanılmış dedik ağladık, meğer kolonlara yeterli demir konulmamış dedik ağladık, müteahhit çalmış, mühendis aldatmış dedik ağladık.
İstanbul’a göz yaşı mı yeter eğer kaderimiz ağlamaksa?
Ne diyeyim herkes kendi çocuklarının enkaz altından çıkarılmasını beklediğini düşünsün, ona göre hareket etsin. Ya da enkaz altında iken bir ışık görebilmeyi nelere değişmeyeceğini söyleyeceği bir ortamı…