İslam dünyasının durup kendine bakma zamanı
İlber Ortaylı’nın “Gazi Mustafa Kemal Atatürk” isimli biyografik eserini okurken bir tespiti dikkatimi çekmişti. “Türkler geri çekilmeyi bilmezdi, diyordu, Mustafa Kemal Sakarya savaşında ilk defa bu taktiği uyguladı.” Orada bunu askeri planda ifade ettiği anlaşılıyordu. Bu değerlendirmenin isabetini tarihçiler tartışabilir. Ama bu ifade bende psikolojik boyutu bakımından üzerinde durulacak bir yankı uyandırdı.
Psikolojik boyut şu:
“Türkler geri çekilmeyi bilmezdi, çünkü bunu onurlarına dokunacak bir hareket sayarlardı. Savaşmak, ölmek, öldürmek varken, hatta ölünce de kaybetmiyor iken, bu meydana gerekirse şehit olmak için çıkılmışken geri çekilmek neydi ki?”
Bu psikoloji, içinde cesareti barındırır ve çoğu zaman da kazandırır. Ama savaş kazanmanın bir boyutunun da “Güç değerlendirmesi” ile ilgili olduğu düşünüldüğünde, yetersiz kuvveti yeterli hale getirmek için zaman zaman geri çekilmeyi de bir mücadele yöntemi olarak düşünürsünüz.
Yüksek ideolojik duygusal donanım, insanlara, ülkelere, toplumlara gücünün üstünde bir heyecan ve başarı tutkusu yükler. Bunu ideolojik donanıma sahip ülkelerde, ideolojik mücadele veren örgütlerde, bağımsızlık mücadelesi veren topluluklarda görmek mümkündür.
Ama bu bir noktada sistem körlüğü denen şeyi de getirir. Siz dünyaya nizamat verirken bir de bakmışsınız kendi hanenizde Ziya Paşa’nın ifadesiyle “teseyyüb – tembellik” var ve içiniz boşalmış.
Sovyetler uzun süre dünyaya devrim ihraç etme psikolojisi içinde hareket ettiler. Ama bir gün birisi (Gorbaçov) çıktı, “Bizde işler aleme sattığımız gibi gitmiyor, içimiz boşaldı” dedi. Glasnost ile Sovyetler’in içini dünyaya açtı, bize Perestroika – yeniden yapılanma lazım, dedi.
Dünyada ideolojik anlamda Sosyalizm için düşüş dönemi başladı, Sovyet yapısı dağıldı, Rusya bu çözülüş süreci içinden bugünkü Rusya’yı inşa etti.
Biz, İslam toplumları, haşmet günlerimizi geride bıraktık. Bir yandan sahip olduğumuz değerlerin yüceliğine inanıyoruz, ama bir yandan da o değerlerin yüceliğine benzer, ne maddi ne manevi anlamda bir varlık ortaya koyamıyoruz.
Değerlerde mi problem var, bizde mi?
Ali Bardakoğlu, Mehmet Görmez gibi Türkiye’de Diyanet’in sorumluluğunu yüklediğimiz simalar, kendilerine sorulduğunda şüphesiz İslam toplumlarının içinde bulunduğu hale bakıp, “Müslümanlık ve Müslümanlığımız” ayrımını yapıyor ve kişiliklerimizi İslam’a göre yeniden inşa etmenin zaruretine işaret ediyorlar. Son yüzyılda “Yeniden İslam’a” şeklinde kaç kitap, kaç makale yayınlandığını düşünmek lazım. Mehmet Akif’lerin çığlıkları hala kulaklarımızda değil midir?
Cihad için yola çıkan yapıların cihada nasıl bir bedel ödettiklerini düşünmek lazım.
İran, bir “İslam devrimi” gerçekleştirdiği iddiasıyla yola çıktı 1979’da. Bu heyecan Türkiye dahil bir çok İslam ülkesinin kitap – düşünce hatta eylem dünyasına taşındı. Tıpkı Sovyetler’in “devrim ihracı” gibi. 40 yılda bir devlet olarak İran adına nereye gelindi, İran toplumunun İslam’la ilişkisi adına nereye gelindi, İslam devrimi adına, hatta İslam adına nereye gelindi?
En sembolik kahramanınızın emperyalist bir güç tarafından katledilmesinin sizin adınıza cevap vermeyi en haklı kıldığı bir süreçte yeterli gücü kullanamamak güç zafiyetini, ardından sivil bir uçağı vurmak elinizdeki silahı doğru kullanamama zaafını, bu zaafın daha kahredici silahlarda ortaya çıkaracağı küresel cinayet ihtimalini, ardından gerçekleri gizlemenin getirdiği ahlaki zaafı, daha ötesi…. başlı başına, öldürülen zatın İslam topraklarında yürüttüğü operasyonların kanlı bilançosu ile…. İran’ın İslam ile Pers imparatorluğu hülyaları arasında nerede durduğuna dair soruların çapraşıklığı…
79 psikolojisi nerde, 2020 psikolojisi nerde? İran’da kitleler rejimin ahlaki karakterini sorguluyor. Şu anda denebilir ki, İran’ı yönetenler, İslam’a gerçekten saygılı iseler, İslam’a bedel ödetmeden, yani “İslam’la olmuyor” gibi bir algıya yol açmadan, burunlarından kıl aldırmama psikolojisini terk ederek, İlber Ortaylı’nın ifadesiyle biraz “Geri çekilip” kendi kendilerine bakmalı, İran’ı kurtarmalı, İslam’ı rahat bırakmalı, İran’ın şahsında İslam’ın evrensel mesajının yara almasına imkan vermemeli.
Aslında biraz durup kendimize bakma işini tüm dünya Müslümanları olarak yapmalıyız. Kişiliklerimizdeki İslam kalitesini sorgulamalıyız. Fizik güç olarak zaaflarımız olsa da insanlık kalitesi itibariyle ideal bir standardı temsil edebiliyor muyuz? Çocuklarımızın önünde sembol varlıklar mıyız?
Ve tabii, bilimde neredeyiz, teknolojide neredeyiz, sanatta, kültürde neredeyiz? İslam’ın medeniyet inşa etme gücü, bizde nasıl bir potansiyeli ifade ediyor? Herkes herkesin MR’ını çekiyor, içini dışını biliyor. İçimizi donatmadan dışarda retorik hamleleri gerçekleştirme yolculuğu bir yere kadar…