Girift bir mesele
"Girift” kelimesi iç içe geçmiş, birçok boyutları bulunan anlamlarına geliyor. Bir ülkenin dış politikası genelde girift ilişkilerden oluşur. Yakın – uzak komşular vardır, içerde – dışarda attığınız her adım yakın – uzak komşuları ilgilendirir, davranışlarınızdan korkulur, endişe edilir ya da dostane bulunur, yakın – uzak komşuların davranışlarından siz etkilenirsiniz, bugün için endişe verici bulursunuz ya da yakın – uzak gelecekte tehdit algısına düşersiniz, dostları çoğaltmayı ilkesel olarak arzu eder, ama garip biçimde dostlarınızın azaldığını, düşmanlarınızın çoğaldığını görürsünüz, dışardaki söyleminiz içeriyi, içerdeki söyleminiz dışarıyı etkiler ve istemediğiniz sonuçlar üretir vs…
Türkiye şu anda böyle girift bir dış politika olgusu ile karşı karşıya. Şu anda dedikse, kısa, çerçevelenmiş bir zamanı kastetmiş olmuyoruz ne yazık ki.
Sultan 2. Abdülhamid’in Osmanlı’nın “Hasta adam” diye görüldüğü ve mirasının nasıl paylaşılacağının müzakere edildiği çözülüş döneminde memleketi 33 yıl yönetmiş olmasının onun ince zekâsı ve diplomasisi ile mümkün olduğu kabul edilir. İşte o zaman da girift ilişkiler ağı idi Osmanlı’nın dış politikası.
Bu girift ilişkiler ortamının bugüne uzanan boyutlarının bulunduğu da aşikâr. Bir yanda “Osmanlı’nın yıkılışı devam mı ediyor?” soruları soruluyor, bir yanda “Yeni bir diriliş” süreci heyecanı yaşanıyor. Acaba hangisi? Sonuç girift ilişkiler ağı içinden çıkacak.
Şöyle başlıklar var üzerinde düşünülmesi gereken:
-Batı ile iyi ilişkiler geliştirmek istiyoruz. AB ile yeni Amerikan yönetimi ile. Bunu hem güvenlik hem ekonomik zaruretlerle stratejik bir gereklilik olarak görüyoruz. Çünkü bölgede Rusların çok çok iyi komşu olmadığından endişe ediyoruz.
-Batı ile ilişkilerimiz her alanda ahenk arz etmiyor. Bir kere en başta diyelim Osmanlı tarzında bir büyük devlet öngörmüyorlar Türkiye adına. Osmanlı gibi olmak reel bir hedef mi sorusu sorulabilir elbet, ama diyelim “Yeniden Büyük Türkiye” gibi kitleleri heyecanlandıran bir söylemin içerde ne anlama geldiği Batı’da nasıl okunduğu ve Batı’nın Türkiye’ye karşı politikalarını etkileyip etkilemediği önemli bir soru.
-Batı ile ilişkiler zaman zaman Türkiye’nin “milli çıkar” diye nitelediği alanlarda terslik arz ediyor. Kıbrıs, son olarak Karabağ gibi. Batı ülkelerinin Kıbrıs’ta Rumlar’ı, Karabağ’da Ermeniler’i koruduğu açık.
-Osmanlı’nın son dönemlerinde “Islahat” adı altında başlamak üzere ve Cumhuriyet’le birlikte “Devrim” boyutlarında, son Ak Parti iktidarlarında da “AB normlarının ithali” ile Batı normlarını sürekli içeriye taşımaya çalışan bir ülkeyiz. Bir yandan ülke olarak problemli yanlarımız bulunduğunu, o yüzden çağı yakalayamadığımızı, o yüzden mağlubiyetler yaşadığımızı, Batı’nın bize göre ileriye gittiğini ve o yüzden Batı’yı ileriye götüren yöntemleri ithal etmeyi düşünüyor, ama bir yandan da bu yöntemlerin bizde olumsuz yansımaları olacağından kuşku duyuyoruz. “Olumsuz” yani, diyelim toplum bünyesini oluşturan kimi farklılıkları kaşıyacağından ve onları ana gövdeden koparıp, bağımsızlık duygusuna iteceğinden endişe ediyoruz. Reformlarda gel – git yaşıyoruz, bu da “iç insicam” dediğimiz şeyi sarsıyor. Devlet – Toplum ilişkileri, gittikçe tüm toplum kesimlerini rahatsız eden devlet uygulamalarını devreye sokuyor.
-İşi giriftleştiren bir başka husus, yapmaya çalıştığımız reformların bir tür Batı denetimi çerçevesinde devreye sokulmuş olmasıdır. Evet, kendi ihtiyacımız olduğu için yapıyoruz ama hep sanki biraz “Batı bizi kendisinden kabul etsin” mantığı ile de yapıyoruz. Bu, Batı’ya bu işleri ne ölçüde yapabildiğimizi denetleme imkânı sunuyor. Buna kimi zaman güvenliğimizi Batı garanti ettiği (Kırım savaşında olduğu gibi) için ihtiyaç duyuyoruz, kimi zaman AB’ye girmek için, kimi zaman finans sağlamak için… Batı’ya böyle bir imkân sunulduğunda bu denetimin milli çıkarlarımızı koruma noktasında karşımıza çıkma riski de beraberinde gelmiş olabiliyor.
-Dış politikada kimse kimseye “Babasının hayrı”na destek vermiyor. Al – ver sistemi hâkim. Türkiye’nin potansiyel “Dostluk alanları” var. Ama o alanlarda başkaları da çalışıyor. Üstelik o alanlarda da “insan unsuru” öne çıkabiliyor ve “Dostluk” yerine “Çıkarlar” hâkim olabiliyor. Dostluğu korumak girift ve hassas mesele.
-“İç insicam” her hâlü karda dış politikanın olmazsa olmazı. Dış güçler içe oynayabiliyor, iç iktidar “iç’in sancıları”nı büyütebiliyor. İçerde “Dış’ın oyunları”na müsait zeminler tedavi edilmemişse, ciddi zaaf içine düşülebiliyor. Osmanlı’nın çözülüş döneminden bu yana bu “Dış – İç etkileşimi” hem Batı ile hem Rusya ile (Sovyetler dahil) ilişkiler boyutunda Türkiye’nin ana problemleri arasında.
-Abdülhamid’in “ince diplomasisi” çok önemliydi. Ama Osmanlı’yı kaybettik. Küllerimizden doğduk. Bugün de sancılarımız var ve daha az hassas bir diplomasiye ihtiyacımız yok.