Boğaziçi Üniversitesi’nden Selin Nasi “Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye yönelik atacağı adımlar, Ankara’nın “bağımsız dış politika” yöneliminde batıyla ilişkilerin daha dengeli bir zemine oturtulması ve aynı zamanda kimlik temelli dış politikadan, çıkar temelli, realist bir dış politikaya dönüşün işaretleri olarak değerlendirilebilir” diyor.
Geçtiğimiz Mayıs ayında, Koronavirüsle mücadele kapsamında Türkiye ve İsrail arasında gidip gelen dayanışma mesajları, 2018 yılından bu yana büyükelçilerin geri çekilmesi sonucu maslahatgüzar seviyesinde yürütülen diplomatik ilişkilerin normalleşeceği yönünde beklentileri artırmıştı.
İki ülke arasında bu yönde istihbarat yetkilileri düzeyinde görüşmelerin sürdüğü, hatta Ankara’nın İsrail’e büyükelçi olarak, Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA) Dış Politika Direktörü Ufuk Ulutaş’ı atamayı planladığına ilişkin basına yansıyan haberler ardından, geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “İsrail ile ilişkileri daha iyi bir noktaya taşımayı” arzu ettiklerini söylemesi, “Türkiye-İsrail arasında buzlar eriyor mu?” sorusunu yeniden gündeme taşımış oldu.
Aslında uzun süredir, gerek Doğu Akdeniz gerekse Ortadoğu’daki gelişmeler ışığında, Türkiye’nin jeopolitik çıkarları gereği yalnızca İsrail ile değil, arasının bozuk olduğu diğer bölge ülkeleriyle de ilişkilerini tamir etmesi gerektiği tartışılıyordu.
Yaz aylarından bu yana Doğu Akdeniz’de aralıklı olarak tırmanan gerilim, Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) yönetim değişikliğinin olası bölgesel etkileri, Türkiye’ye S-400 alımı sebebiyle yaptırım öngören Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası’nın ABD Kongresi’nden geçmesi, yine Türkiye’ye yönelik yaptırımları Mart 2021’e erteleyen Avrupa Birliği (AB) Zirvesi kararları, Koronavirüs salgınıyla derinleşen ekonomik sorunlarla üst üste gelince, Ankara’yı mevcut diplomatik sıkışıklığın aşılması yönünde harekete geçmeye teşvik etmiş görünüyor.
En azından son dönem üst düzey yetkililerin -İsrail de dahil olmak üzere- gerek AB gerekse ABD ile ılımlı ilişkiler kurulması yönündeki beyanatları, dış politikada olası bir revizyon için nabız yoklandığını düşündürüyor. Bu açıdan Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerini normalleştirmeye yönelik atacağı adımlar, Ankara’nın “bağımsız dış politika” yöneliminde batıyla ilişkilerin daha dengeli bir zemine oturtulması ve aynı zamanda kimlik temelli dış politikadan, çıkar temelli, realist bir dış politikaya dönüşün işaretleri olarak değerlendirilebilir.
***
Türkiye-İsrail ilişkilerinin inişe geçtiği 2009’dan bu yana, Doğu Akdeniz’de hidrokarbon kaynaklarının keşfine paralel, İsrail-Yunanistan-Güney Kıbrıs-Mısır arasında gelişen enerji iş birliği, yeni üye ülkelerin katılımıyla zaman içinde, stratejik ortaklığa evirildi.
2020 başında kurumsal bir çerçeve kazanan Doğu Akdeniz Gaz Forumu üyelerinin (İsrail, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Mısır, Fransa, İtalya, Ürdün, Filistin, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), ABD-gözlemci statüsünde) büyük çoğunluğunun Türkiye ile sorunlu ilişkilere sahip olması, Ankara’da kendisine düşmanca yaklaşan bir grup ülke tarafından çevrelenmeye çalışıldığı algısını tetiklemekte.
İsrail ile yakınlaşmanın her şeyden önce bu güç bloğunu zayıflatması ve uzun vadede diğer ülkelerle ilişkilerin tamirine katkıda bulunması bekleniyor.
***
Konjonktürel gelişmelerin İran tehdidini ön plana çıkarırken, Filistin meselesini gölgede bıraktığı bir arka planda, İsrail ile Körfez ülkeleri arasında gelişen yakınlaşma, geçtiğimiz Ağustos ayında BAE ile İsrail arasında imzalanan (sonradan Bahreyn ve Fas’ın da katıldığı) Abraham Anlaşmasıyla resmiyet kazanmış oldu. İsrail’in yeni dostlarının kırılgan iktidar yapıları göz önüne alındığında bu iş birliğinin ömrü ya da derinliği üzerine bugünden yorum yapmak pek sağlıklı olmayacaktır.
Ancak, her şekilde Arap Baharı’ndan bu yana gelişen bu yakınlaşmanın, İsrail’in bölgesel yalıtılmışlığını büyük ölçüde azalttığı gerçeğini teslim etmek gerekiyor. Öyle ki, ABD Başkanı Donald Trump’ın İsrail yanlısı kararlarına (ABD Büyükelçiliğini Kudüs’e taşınması, Golan Tepeleri’nin ilhakının tanınması ve tartışmalı Barış Planı gibi) Arap ülkelerinden gelen tepkilerin cılızlığı, Filistin Yönetimi’nin Arap Birliği’nde İsrail’in BAE ile ilişkilerini normalleştirmesini eleştiren bir tasarıyı kabul ettirememiş olması bu değişimin en açık göstergelerinden.
Aslında, 2018 yılında, Trump yönetiminin büyükelçiliği Kudüs’e taşıma kararını protesto amacıyla büyükelçisini geri çeken Türkiye’nin, Başkan Trump ile yakın şekilde çalışmaya devam etmiş olması başlı başına çelişkili bir durum. Aynı şekilde, geçmişten bugüne, Ankara’nın İsrail ile ilişkilerinde daima Arap dünyasıyla denge gütmeye çalıştığı göz önüne alınırsa, Arap ülkelerinin birbiri ardı sıra İsrail ile ilişkilerini normalleştirdiği bir dönemde iki ülkenin arasının açık olması da bir hayli düşündürücü. Üstelik, Türkiye-İsrail arasında sağlıklı ve yapıcı diyalogun, Ankara’nın duyarlı olduğu Filistin meselesinde bugüne dek, daha etkin rol oynamasına olanak sağladığı ortadayken.
***
2010 Mavi Marmara Krizi’nden bu yana Türkiye-İsrail ilişkileri pragmatik bir yaklaşımla, kompartmantalize şekilde yürütülmekte. İki ülke arasında siyasi gerilimlere rağmen katlanarak büyüyen ticaret hacmi, tarafların karşılıklı olarak ilişkilerin koparılmasını istemediklerini ve kazan-kazan durumunun söz konusu olduğu alanlarda iş birliğini sürdürme niyetlerini ortaya koyması açısından önemli.
2010’dan bu yana, savunma ortaklığı askıya alınmış olmasına rağmen, Türkiye ve İsrail’in askeri istihbarat paylaşımına devam ettikleri de basına yansıdığı kadarıyla biliniyor. Tehdit öncelikleri farklılaşsa dahi, Türkiye ve İsrail, başta güvenlik olmak üzere ekonomi, enerji iş birliği gibi birçok konuda ortak çıkarlara sahip.
Ancak, yakından bakıldığında, 2016’da imzalanan Normalleşme Anlaşması’ndan bu yana, Türkiye ve İsrail arasında normalleşmenin önünü tıkayan birçok sorun bugün hala geçerliliğini koruyor. Türkiye, İsrail’in Filistinlilerin haklarını hiçe sayan güvenlikçi, maksimalist siyasi yaklaşımından şikayetçi. İsrail açısından ise, Türkiye ile ilişkilerde en büyük sorun, Ankara’nın Hamas’a ve Müslüman Kardeşlere desteğinin devam ediyor oluşu.
Bunlara, Türkiye’nin İran konusunda muğlak pozisyonu eklenebilir. İki ülkenin liderleri arasındaki (Erdoğan ve İsrail BB Bünyamin Netanyahu) kan uyuşmazlığı ise herkesin malumu. Bugüne dek, her iki tarafın da siyasi sorunları gerekli gördüklerinde iç politikada seçmenlerini mobilize etmek için kullanmış olmalarının sorunları nasıl derinleştirdiği biliniyor. İsrail’in Mart ayında yeniden seçimlere gideceği ve Netanyahu’nun yeniden seçilme olasılığı düşünülürse, İsrail’deki iç siyasi konjonktürün Ankara’nın arzu ettiği normalleşme adımları bakımından pek de elverişli bir ortam yarattığı söylenemez.
Bu noktada, iki ülke arasında daha sağlıklı ilişkiler kurulabilmesi açısından normalleşmeden tarafların ne beklediklerini irdelemek faydalı olabilir. Öncelikle, büyükelçilerin gönderilmesi meselesine fazlaca anlam yüklememek gerek. Öyle ki, 2018’de patlak veren krizle, diplomatik ilişkilerin seviyesi düşürülmemiş yalnızca büyükelçiler ülkeye geri çağrılmış olduğundan, elçilerin yeniden göreve başlamasıyla aslında diplomatik bir prosedür yerine getirilmiş olacak.
Elbette, siyasi açıdan önemsiz sayılması mümkün değil. Ancak Türkiye-İsrail arasında gerçek anlamda ve kalıcı bir normalleşme, iki ülke arasında aşınan güvenin yeniden tesis edilmesine bağlı. Bu da, ilişkileri geliştirme yönündeki niyet beyanının karşılıklı edimlerle destekleneceği, istikrarlı ve zamana yayılacak bir restorasyon süreci gerektiriyor. Taraflar, normalleşme önünde engel teşkil eden sorunlar üzerinde uzlaşmadan böyle bir sürecin başlaması mümkün değil. Dolayısıyla, normalleşme tartışmaları, tarafların mevcut pozisyonlarından taviz vermeye yanaşıp yanaşmayacakları noktasında düğümleniyor.
***
Kuşkusuz, bölgenin iki büyük askeri gücünün olası iş birliği, jeopolitik dengeleri şekillendireceğinden ötürü, uluslararası kamuoyu tarafından ilgiyle ve yakından takip edilmekte. NATO’nun 2. en büyük ordusuna sahip olan Türkiye, Suriye, Libya ve son olarak Azerbaycan’a sağladığı askeri destek ile sahadaki gelişmeleri yönlendirme gücünü bir kez daha ortaya koymuş oldu. Birden çok cephede yürütülen askeri operasyonlar, ülkenin içinde bulunduğu mevcut ekonomik sıkıntılar göz önüne alındığında, bu stratejinin sürdürülebilirliğini sorgulanır kılıyor olabilir.
Ancak stratejik konumu itibariyle Türkiye ile iş birliğinin geliştirilmesi, İran üzerindeki baskıyı artıracağından, İsrail açısından arzu edilir bir gelişme olacaktır. Bununla birlikte, Ankara ile diyaloğa açık kapı bırakılması, İsrail’in bölgesel yalnızlığının azaldığı bir arka planda, bölgedeki yeni dostlarıyla kurduğu ilişkilerden vazgeçeceği veya yıllar içinde geliştirilen bağları riske edecek yeni angajmanlar içine girmeye hevesli olacağı anlamına gelmiyor.
Bu bağlamda, Hamas üyelerine Türk pasaportu verildiğine ilişkin haberler, Kudüs’ün fethine gönderme yapan videolar, perde arkasında yürütülen normalleşme girişimleriyle tezat bir görünüm sergilediği gibi, Ankara’nın ideolojik tercihlerinden ödün vermeye niyetli olmadığı izlenimi doğuruyor. Bu şartlar altında, büyükelçilerin yeniden göreve başlaması, ilişkilerde normalleşmeye hizmet etmekle birlikte, ilk krizde ülkelerine yeniden geri çağrılacakları kırılgan bir döngünün parçası olmaktan öteye gitmeyecektir.