Nasıl ki güneş kendi ışığıyla hem çevresindeki gezegenleri hem de kendi kendini aydınlatıyor, risalet semasının en parlak güneşi olan Hz. Muhammed (s.a.v) de bütün insanları hakikat nurlarıyla aydınlatıyor, kendi peygamberliğini tasdik ediyor. Hz. Muhammed (s.a.v)’in elçiliğini tasdik eden imzayı yedi hakikat ışığında anlatacağız.
Daha önceki yazılarımızda Hz. Muhammed (s.a.v)’in elçiliğini tasdik eden Kur’an’ın ve Allah’ın onaylarına yer vermiştik. Bu yazımızda ise Hz. Peygamber (s.a.v)’in kendi kendini tasdik eden mübarek şahsiyetinin ‘ıslak imzası’ndan söz edeceğiz. Nasıl ki güneş kendi ışığıyla hem çevresindeki gezegenleri aydınlatıyor hem de kendi kendini aydınlatıyor; aynen onun gibi risalet semasının en parlak güneşi olan Hz. Muhammed (s.a.v) de hem diğer peygamberlerin peygamberliğini tasdik ediyor hem bütün insanları hakikat nurlarıyla aydınlatıyor, hem de kendi peygamberliğini tasdik ediyor. Bu manevi güneşin -külli manada- yedi renkli ışığını, bir tabloyla ortaya koymaya çalışacağız.
1.Ümmilik ışığı:
Peygamberlik kurumunun bir güneşi olan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ümmilik kimliği, onun elçiliğini tasdik eden en parlak bir ışıktır. “Sen daha önce ne bir kitap okumuş ne de elinle bir yazı yazmışsın. Öyle olsaydı, batıla taraftar olan inkârcılar şüpheye düşerlerdi” (Ankebut, 29/48) mealindeki ayette bu gerçek bütün dünyaya ilan edilmiştir.
Avrupa’da, 1927 yılında düzenlenen ‘hukuk kongresi’ başkanı olarak görev yapan filozof üstad Shebol’un şu -aşağıda özetle verdiğimiz- beyanları da oldukça önemlidir: “Muhammed (s.a.v)’in beşeriyete intisabıyla bütün beşeriyet muhakkak ki onunla iftihar eder. Çünkü o zât ümmi olmasıyla beraber, on üç asır evvel öyle bir şeriat getirmiş ki; biz Avrupalılar iki bin sene sonra onun kıymetine ve hakikatine yetişsek, en mesut ve en bahtiyar oluruz” (Mektubat, 215).
2.İlim ışığı:
Bütün ilimleri ihtiva eden Kur’an gibi bir kitabı elinde bulunduran Hz. Muhammed okuma-yazma bilmeyen ümmi bir zattır.
Bir misal olarak diyebiliriz ki, Kur’an 14 asır önce insanın/ceninin anne rahminde geçirdiği safhaları sırasıyla öyle bir tarzda belirtmiş (Müminun, 23/12-14) ki embriyoloji uzmanlarına parmak ısırtmıştır.
Evrenin genişlemesi (Zareiyat,51/47), göklerle yerin birbirinden ayrılması (Enbiya, 21/30), rüzgârların aşılayıcı özelliğinin olması (Hicr, 15/22), dünyadaki su döngüsü (Tarık, 86/11-12), bitkilerdeki erkeklik ve dişilik özellikleri (Ya Sin, 36/36), dağların hareket etmesi (Neml, 27/88), parmak izlerinin benzersiz bir kimlik özelliği taşıması (Kıyamet, 74/4) gibi birçok gerçek, Kur’an-ı Kerim’de yer almaktadır.
Demek oluyor ki; Kur’an’ın beyanları, insanın cüzi ilmine, özellikle okuma yazma bilmeyen bir ümminin ilmine müstenit olamaz. Bilakis, bu beyanlar ancak bütün varlığı baştan başa kuşatan sonsuz bir ilime dayanır. Demek ki Kur’an, bütün eşyayı birden görebilen, ezel-ebed ortasındaki bütün hakikatleri bir anda müşahede eden bir zatın kelâmıdır. Bu parlak ilmin ışığı, manevi bir güneş olan Hz. Muhammed (s.a.v)’in peygamberliğini güneş gibi ispat eder.
3.Eminlik ışığı:
Emin olmanın en önemli yansıması vakarlı, ağırbaşlı, hayâlı, edepli, dürüst olmaktır. Aldatmamak, yalan söylememek, hafif meşrep, ikiyüzlü olmamak, demektir. Çocukluğundan beri en güvenilir bir kimse olarak temayüz etmiş bir şahsiyetten daha emin kim olabilir ki! Bir misal olarak sahih kaynaklarda geçen şu gerçek, onun ne kadar emin olduğunu göstermeye yeter, diye düşünüyoruz. Şöyle ki, bir gün sabahleyin Safa tepesinden Kureyşlilere hitap ediyordu. “En yakın akrabanı uyar” mealindeki ilahî emri yerine getirmeye çalışıyordu. Sesini duyup da oraya gelip toplananlara “Size bu dağın arkasından mallarınızı yağmalamak isteyen bir takım atlıların çıkacağını, ya da bir düşmanın size hücum etmek üzere olduğunu söylesem inanır mısınız?” diye sordu. Oradakiler herp bir ağızdan “Evet! İnanırız! Çünkü senin bir kere bile yalan söylediğini hiç duymadık” dediler. Nübüvvet döneminde insanlarla açıktan yapılan bu ilk karşılaşmada her şeyden önce bir emniyet testi yapılmış ve ‘Muhammedu’l-Emîn’ vasfının, hala halkın nabzını elinde tuttuğunu ortaya koymuştu. Kendisine iman etmeye yanaşmayan bazı müşrikler bile Hz. Muhammed (s.a.v.)’in emanetine tam emniyet ediyor ve bir takım kıymetli eşyalarını korumak maksadıyla ona teslim ediyorlardı. O da bu konuda dost düşman farkını gözetmeden kendisine yakışanı yapıyordu. Öyle ki kendisini yurdundan süren ve öldürmeye çalışan düşmanlarının emanetine de riayet ediyordu. Hicret gecesinde kendisini öldürmek üzere anlaşan bu planlarını rabbinden öğrenmiş ve aynı gecede Mekke’yi terk etmek durumunda kalmıştı. Ancak o ‘Muhammedu’l-Emîn’ unvanına yakışanı yapmış, o canilerin emanetlerini sahiplerine teslim etmek için amcasının oğlu Ali’yi görevlendirmişti. Hz. Ali, çok tehlikeli şartlar altında bu emanetleri sahiplerine verdikten sonra ancak hicret edebilmişti.
NOT: Geriye kalan dört maddenin açıklamasına yarın devam edeceğiz.