Ondokuz Mayıs Üniversitesi eski rektörü Hüseyin Akan “Reel politik, müslüman toplumlarda din ve bilim adına konuşanların en azından bir kısmının, tevil ve yorumlarına bir mazeret olarak ima edilmiyor mu?” diyor.
Roger Garaudy, 1990’da yayımlanan “Entegrizm” adlı kitabında sosyal/siyasal hareketlerle ilgili önemli bir noktaya dikkat çekiyor. “Dış baskılara dayanma ve rakip ülkelere denk bir güce sahip olma zarureti” kabulünün doğurduğu “SSCB’yi büyük bir askerî ve sınaî güç haline getirmek şeklinde beliren Sovyet saplantısı, sosyalizmin insanî hedefini ortadan kaldırır. Büyüme, önceliklerin öncesi, araç değil amaç olur. İlkeler de insanlar gibi yamyassı edilir.” “… bütün kararları zirvedekilerin tekelinde tutmak için halkın inisiyatiflerini boğan ve her kademede kör, hatta kanlı bir itaati isteyen merkeziyetçi ve bürokratik bir idareye dönüşür.”
İnsanı ezen, sınıflara ayıran, köleleştiren, yabancılaştıran sistemlere direnme ve başkaldırıyla ve yerine paylaşımcı, fizik ve sosyal çevreye saygılı, insanî hedeflerle yola çıkan hareketler, başarılı olduklarında yeni düzenin idamesi için zorunlu kabul ettikleri ve ettirdikleri savunma ve ekonomide güç sahibi olmayı ilk hedef haline getirirler. Devamında bu hedef kutsallaştırılarak, her insanî şikayet ve talep teferruat addedilir ve yeni kutsalın sunağına küçük hediyeler olarak kurban edilirler. Daha çok yöneticilerde yaygın olan bu davranış tarzı “reel politik”le mazur gösterilir, hatta kaçınılmazlığı vurgulanır. Reel politik, ülküsel ve ahlakî kaygıların bir kenara konup eylemlerin güce ve başarıya endeksli olarak gerçekleştirilmesini ifade eder.
***
Reel politik gereği yapılanları haklılaştırma ve aklîleştirme görevini ifa edecek bilginler/düşünürler her yeni düzende hızla neşvünema bulur ve bunlar yeni ideolojinin bir tür ruhbanlarıdırlar. Giderek egemenliğini güçlendiren yeni dünya görüşünün kuralları, normları ve açıklamalarıyla çelişen düşünce ve eylemler ‘apaçık ve kesinkes yanlıştır, bozguncudur veya akılsızcadır’. Karşıt veya öteki düşüncelere ağzının payını verme, onları mahkûm etme görevini de, egemen öğretinin bilginleri/ruhbanları keyifle ve ciddiyetle yerine getirirler.
Türkiye’de idare edenlerin pazar ekonomisi tercihi 1950’den sonra daha belirgin olmuştur. Yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren de küreselleşmeyi kaçınılmaz görerek veya gönüllü olarak küresel ekonomik ve sosyal/kültürel sistemin bir parçası olmak için gereken her neyse yapılmıştır. Bu yolda, ivmenin 1950’ler, 1980’ler ve 2000’den sonrasında arttığı göze çarpmaktadır. Hedef, daha çok, dünya sistemi içinde dolaşan sermayeden bir parça da ülkemize çekebilmek, bu sayede zenginleşmek olarak belirginleşmiştir. Bu yolda yapmaya çalıştıklarımız, kullandığımız enstrümanlar, empoze edilen ve benimsenen üretim/tüketim davranışı, paylaşım tarzı ve oranlarımız küresel pazar ekonomisinin gerektirdiği biçimde olmuştur: Öncelik, gelişmek, başarılı ve güçlü olmaktır. Birey, cemaat, cemiyet ve ülke olarak daha çok şey edinmeli, daha çok şeye sahip olmalıyız. Söylevler, yazılar, resmi eğitim ve toplumsal güdülemeler hep bu hedef doğrultusundadır. Türkiye’deki faal partilerin hemen tamamı, gerçekte, bu yolda daha başarılı olmak dışında herhangi bir özgün vaat veya teklif sahibi değildi(r).Bazı maneviyatçı siyasilerin nutuklarında yer verdikleri insanî bir hayatı gerçekleştirmek, sosyal ve fizik çevreyi önemli değerler arasında gören bir ahlâkı oluşturmak, benimsetmek ve doğal tutum haline getirmek için ise, gösterilmesi gereken çaba ve doğru düzenlemelerin önemsendiğini gönül rahatlığıyla söylemek zordur. Bazen, dindarlık arttırıldığında arzulanan ve vaat edilen ahlâkî bir topluma ve insanî bir hayata kolayca ulaşılacağı vehmiyle pratik çözüm yolları denendiği de vakidir.
***
Tek tip maddeci ve Darwinci bir dünya ve toplum anlayışının diğer bütün kültür ve görüşleri silikleştirdiği çağımızda egemen ideolojinin ruhbanları bilim adamları ve uzmanlardır. Ruhban tanımındaki temel özellikler: Özel bir (din/öğreti) eğitimden geçmişlerdir. İnsanları bilgilendirme ve temel, klasik (kutsal) metinleri tefsir ve tevil yetkisini haizdirler. Toplu (dinî) törenleri icra ederler. ‘Din adamlığını’ bir ‘meslek’ olarak yapmaktadırlar veya dolaylı da olsa geçimini bu işten sağlarlar.
Günümüzde, karşısındakini susturan, itirazları cılızlaştıran, hatta zihinlerde gelişen bir aksi düşüncede bile insanı tedirgin eden iki kutsal otorite vardır: Din ve bilim. Bunun insanlık tarihi boyunca böyle olduğunu söyleyebiliriz. Az çok bilgi sahibi olduğumuz zamanların çoğunda, bu iki otorite kaynağı aynı kurum ve kişilerin tekelinde olmuştur: Bilim binlerce yıl sadece mabetlerde, manastırlarda üretilmiş, tedris olunmuş ve saklanmıştır. Asıl yapmaları gereken soru sorma ve düşünmeye çağırma, bilgilendirme, vuzuha kavuşturma olması iken, bilim/din ruhbanları, umumiyetle söylediklerine kayıtsız şartsız inanılmasını ve ona göre davranılmasını öğütlemişler, hatta buyurmuşlardır. Soru soran, aykırı düşünceler serdedenler uslanmamakta direnmişlerse aforoz edilmişler, yoldan çıkmakla yaftalanmışlardır.
***
Neyin iyi, neyin kötü, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu; Tanrı’nın “aslında” ne demek istediğini bu otorite sahipleri söyler insanlara. Varoluşun, hayatın anlamı ve tarihi gerçekleştiren zaman dışı mutlak hakikati kesin olarak bilirler. Bu temel gerçek ve normlara hakimiyetleri dolayısıyla insanların düşünce, ifade ve eylemlerine ilişkin hüküm verirken ve doğru yolu gösterirken çok emindirler. Duruma muvafık doğru ve yanlışı da tefsir ve tevil hünerleriyle tayin ederler:
Daha çok dinî kaygılarla yöneltilen soruların cevaplandığı bir gazete köşesinde rastgelmiştim: Soru, bir işçiden gelmiş. Çalışma şartlarının ağırlığı ve ücretin düşüklüğünden şikayetle, işverenle anlaşamadıklarını, grev yapmayı düşündüklerini belirttikten sonra soruyor: “Grev yapmanın dinen hükmü nedir? Grev yapmak caiz midir?”
***
Cevap mealen şöyle: “İnsanlar rızklarını veren Allah’a şükretmek, minnet duymak zorundadır. Nasıl ki, bizi rızıklandırdığı için Allah’a şükretmeliyiz, aynı şekilde o rızkın bize ulaşmasında vesile olan, aracı olan işverene de teşekkür etmemiz gerekir. Allah’ın, aracılığıyla rızıklanmanızı sağladığı işverene şükran, minnet duymanız gerekirken grev yapmak, bozgunculuk, nankörlük, asilik olur. Haşa! Aman ha! .....”
Birkaç ay sonra aynı gazete ve aynı köşede yeni bir soru-cevap. Soru: Bazı zengin dindarların son model lüks arabalarla dolaştığını, lüks içinde yaşadığını görüyoruz. Dünyada milyonlarca aç, yoksul insan varken, zengin dindarların bu şekilde yaşamaları doğru mudur? Cevap: Allah verdiği nimeti kulunun üstünde görmek ister. Dolayısıyla, bir kulun Allah’ın verdiği nimetleri kullanması bir çeşit rabbine şükürdür. Yani, o kimseler bu söylediklerinizi yaparak Allah’ın nimetlerine şükretmiş oluyorlar.
Benzer şekilde, Marksizm savunucuları da, yıllardır ‘bilimsel’ şemsiyesi altında dünyayı, tarihi, toplumsal gidişatı anlattılar. Amaçları, bu yolla ötekilere söyleyecek söz bırakmamaktı. Tıp endüstrisi, anlayışını ve uygulamalarını ‘bilim bunu söylüyor’ diyerek yaygınlaştırmıyor mu? Çocuk terbiyesi, sosyal davranış normları ‘bilimsel’ öntakısıyla toplumlara arz ediliyor. Müminler, kitaplarının ne kadar zamanüstü ve evrensel olduğuna kendilerini ve ötekileri ikna için bilimsel bilgileri iştiyakla kullandılar. Geleneksel bilgilerinin ne denli bilimsel olduğunu göstermeye çalıştılar. Bu durum aslında, umumun nezdinde bilimsel bilginin en tartışmasız olduğu ve yüce/kutsal bir paye verildiğini göstermiyor mu?
Din ve bilim insanlık tarihinin iki otoritesi ve her ikisi de her türlü egemen bütüncü (totalci) görüşün norm ve uygulamalarının toplum tarafından gönüllü benimsenmesine yönelik aklileştirme ve haklılaştırma amaçlı istismarına her devirde maruz kalmaktadırlar.
Dünyanın hali ve günün şartları, ahlakı hesaba katmaya imkân tanımayan ve esas olarak insan için bir anlam ve değer de taşımayan eylemlere zorlamış olabilir egemenleri/yöneticileri. Ancak, bu ahlakî endişesizlikten, bu değer/anlam yokluğundan (etik, anlam ve değer teklif edici ve savunucusu) din ve bilim adına konuşanların dertlenmeleri, hatta gerçekçi çözüm teklifleri geliştirmeye girişmeleri gerekmez mi? Hiç olmazsa suskun kalınsa acizliğe yorulur. Oysa, bu sözcülerin (ulema/ruhban) bu nitelikteki eylemlere anlam ve ahlakîlik giydirme çabaları seyrek değildir.
***
Reel politik, müslüman toplumlarda da din ve bilim adına konuşanların en azından bir kısmının, nirengi noktaları arasında ahlakî ilke, değer ve anlamın bulunmadığı (ya da bulunamadığı) eylemleri haklılaştıracak söylemlerine, tevil ve yorumlarına bir gerekçe veya bir mazeret olarak ima edilmiyor mu? Bu söylem, tevil ve yorumlar, bu tür eylemlerin daha bir gönül rahatlığıyla, çoğalması ve çeşitlenmesinde etkili olmamış mıdır? Olmamakta mıdır? Belki de, olması gereken, doğru olmasa bile, eyleme ve izah etmede reel politik tarzdır.
Garaudy R. (Çev. K. B. Çileçöp) Entegrizm. Pınar yayınları, 1993 İstanbul. S.34