15 Aralık'ta vizyona giren 'Hayat' filmiyle 7 yıl aradan sonra yönetmen koltuğuna oturan usta yönetmen Zeki Demirkubuz, Hayat'ı çekme fikrinin 35 yıl önce oluştuğunu ve son son iki yılının tamamını Hayat'a ayırdığını vurgulayarak "Başlangıç itibariyle 35 yıl, teknik olarak 7-8 yıl ama son iki yıl gece gündüz... Ben mesela bazı geceler akıl hastası olup olmadığımı düşünüyorum. Bazı şeyler öyledir" diye konuştu.
FURKAN UZUN
2016 yılında vizyona giren 'Kor' adlı filminden bu yana setlerden uzak kalan usta yönetmen Zeki Demirkubuz, 'Hayat' ile 7 yıl aradan sonra setlere geri döndü. 15 Aralık'ta vizyona giren film Box Office Türkiye'nin verilerine göre; 70 bin 675 kişi tarafından izlenerek Demirkubuz'un en çok izlenen filmi oldu. 'Hayat' filmiyle 7 yıl aradan sonra setlere geri dönen usta yönetmen Zeki Demirkubuz, Olkan Özyurt'un moderatörlüğünde Beyoğlu Sineması'nda gerçekleşen 2001 yapımı 'Yazgı' filminin gösterimine filmde 'Musa' karakterine hayat veren Serdar Orçin'le katılarak çarpıcı açıklamalara imza attı.
Başrolde Serdar Orçin'in rol aldığı 'Yazgı'yı yeniden çekmeyi düşündüğünü vurgulayan Demirkubuz, filmde canlandırdığı Musa karakteri ile 'Umut Veren Yeni Erkek Oyuncu Ödülü' ödülünü kazanan Serdar Orçin'le barda tanıştığını açıkladı.
Nahid Sırrı Örik'in aynı adlı romanından uyarlanarak 2009 yılında vizyona giren 'Kıskanmak' filminin ardından sinemayı bırakma kararı aldığını belirten Demirkubuz, daha sonrasında bu kararından vazgeçtiğini kaydetti. Albert Camus'un 'Yabancı' romanından uyarlanan 'Yazgı' filminin ardından sinema yazarlarından sert tepkiler aldığını açıklayan Demirkubuz, hayranlarını heyecanlandıran açıklamalara imza atarak 'Yazgı'yı yeniden çekmeyi düşündüğün açıkladı.
'BAZI GECELER AKIL HASTASI OLUP OLMADIĞIMI DÜŞÜNÜYORUM'
15 Aralık'ta vizyona giren 'Hayat' filmini, 35 yıl önce yaşanan bir olay sonrasında çekmeye karar verdiğini belirten usta yönetmen, bazı geceler akıl hastası olup olmadığını düşündüğünü vurgulayarak "'Hayat' filmini nasıl yazdım? Başlangıç itibariyle 35 yıl, teknik olarak 7-8 yıl ama son iki yıl gece gündüz... Ben mesela bazı geceler akıl hastası olup olmadığımı düşünüyorum. Bazı şeyler öyledir. Söylenenin aksine bu meslek, bunun içine edebiyatı da katarsak dışarıya bakmaktan çok kendine bakmaktır. Bazen çok iyi ve çok kötü filmler çıkıyor. " şeklinde konuştu.
'HEP NURİ BİLGE'YE YA DA BİR BAŞKASINA ÖDÜL VERİYORLAR'
Sinema eleştirmenleriyle arasının olmadığını vurgulayan Demirkubuz, "SİYAD üyelerini (Sinema Yazarları Derneği) ve sinema yazarlarını hiç sevmem. Olkan istisnadır. Bir iki kişi daha var. Bu filmle ilgili organik tüm ilişkilerimi de kestim. 20 senedir mesela ne setlerine uğruyorum ne törenlerine uğruyorum. Zaten vermiyorlar. Hep Nuri Bilge'ye ya da bir başkasını buluyorlar ona veriyorlar." diye konuştu.
'ÖTEKİLERİNİN BAŞARILARININ YANINDA BUNUN BİR ÖNEMİ YOK'
Söyleşinin moderatörlüğünü üstlenen Olkan Özyurt'un, "'Yazgı' ve 'İtiraf' Cannes Film Festivali'nin Belirli Bir Bakış bölümüne seçildi ve aynı bölümde iki filmi gösterilen tek yönetmensiniz" açıklamasının ardından söz alan Demirkubuz, 2006'dan beri hiçbir filmini izlemediği Nuri Bilge Ceylan'a göndermede bulunarak 'Ötekilerinin başarılarının yanında bunun bir önemi yok. Bu filmin Avrupa ve Amerika'da belirli bir kesimde gideri var. Ama bazı festivallerde de 'Camus falan Türk ne yapmış' bakışıyla olduğunu düşünüyorum. İtiraf'ı büyük bir heyecanla seçtiler. Sonradan bunu Venedik Film Festivali seçecekmiş. Benim bunlardan haberim yok. Ben bu kadar yönetmenim işte. Sonradan bunlara haber gitmiş. Bende 'İşi bitsin de festival işlerinden kurtulayım' diye verdim gitti." dedi.
Kader ve Masumiyet'i izlerken gözlerinin dolduğunun altını çizen Demirkubuz, halı saha maçları haricinde sosyal hayatının olmadığını vurgulayarak 'Bekleme Odası' filmini İncil'den yola çıkarak çektiğini açıkladı.
Demirkubuz açıklamasında şu ifadeleri kullandı:
"Kendiyle çok meşgul olan biri değilim. Bu, ben duygusunun eksikliğinden ya da egosuz biri olmamdan dolayı değil hatta tam tersi. Egosu çok yüksek, 'kendini beğenmiş' dedirtecek biriyim. Buna rağmen bugüne kadar aldığım hayat dersi, büyüdüğüm ortamlar özellikle bu ülkenin içindeki gelenekten aldığım şeyler ve en çok tecrübelerim gereği insanın kendiyle fazla ilgilenmekten çok kendisini ne kadar unutabilirse o kadar çok huzurlu olabileceği ve değer duygusuna kavuşabileceğini ve bir o kadar başkalarıyla empati kurup hayatla yüksek bağlar kurup bunu anlatırken de daha özel, daha vicdanından sürdürdüğü şeyler yapabileceğine inandığım için ömrüm, bu fazla fazla olan şeyi hep engellemekle geçti. Çünkü, kendimle refleksi şekilde ilgilendiğim zaman bile sonu hiç iyi olmadı. Açıkçası bunun değeri de yok. O yüzden öyle yapmadım. Fakat, 7 sene aradan sonra bu Hayat filmini çektiğimden beri bazı şeylere ben de inanmıyorum ve şaşırmaya başlıyorum. Hatta Ekim ayında Atlas ve Kadıköy Sineması'nda Film Ekibi çerçevesinde iki söyleşi yaptık. İkisinde de İzmit'ten Konya'dan grup halinde öğrenciler, akademisyenler geldi. Son zamanlarda tek kişilik de kadro gibi şehir şehir gezerek söyleşi yapma nedenim biraz da bu durum.
SİNEMA ELEŞTİRMENLERİ 'YAZGI'YI AŞAĞILADI
Özellikle Van'da ve Kars'ta yaptığım şeyler beni de şaşırttı. Ben bu filmi 2003 yılında 'İtiraf' filmim ile beraber çektiğimde özellikle sinema çevreleri, eleştirmenler, entelektüel çevre hemen hepsi aşağıladı. Aşağılama nedenleri de şu aslında. Mesela bir yönetmen şöyle demişti bana "Ya Zeki, sen yıllarca hapis yatmış, işkence görmüş adamsın. Böyle 'Yazgı', 'Bekleme Odası' falan niye uğraşıyorsun?" demişti. Aslında buydu. Ekmeği merkeze koyup, sanki ekmeği yiyince ve bölüşünce insanın bütün sorunlarının çözüleceğini zanneden bir anlayışla ülkemizde bu işler geldiği için bu işler böyledir. O devirler hızla geçti.
'KADER VE YAZGI KARANLIĞA BAKAN FİLMLER'
Bir türlü dedikleri, tanımladıkları gibi olmuyor. Meseleye biraz Nietzsche gibi adamların Dostoyevski gibi adamların böyle hep kendini sayıklar gibi yaşamla ilişki kuran, düşünen ve konuşan insanların zamanında Nihat Genç'in deyimiyle 'Karanlığa atılan ezanlar' gibi noktalara geldi insanlar. Ben duygusuna ve benliğe geldi. İnsanın nasıl bir varlık olduğuna geldi. İnsanın karanlık yanını anlamanın ne kadar mühim olduğuna geldi. O yüzden bu arada geçen zaman içerisinde 'Kader' ve 'Yazgı' filmi gibi bu arada bunlar birbirine zıt gibi görünen filmlerdir. Anlaşılmayanı anlamaya çalışan, gerçekten karanlığa bakan filmler.
Yazgı, 'Hayat'a kadar benim en samimi ve en sevdiğim filmimdi. Özellikle ahlaki olarak. İçinde bir sürü acemilik ve hatalar vardır. Ama ahlaki olarak ve yapılma nedeni olarak inanılmaz masum bir filmdir. İnsanı gerçekten olduğu gibi basit ve yalın ifade eder.
2001 yapımı 'Yazgı' filmi
'HER ANNENİN ÖLÜMÜ İNSANI BİRAZ RAHATLATIR'
Bir insanın annesinin ölümünden rahatlık duyması 'Sen ruh hastası mısın?' karşılığını görüyor. Ama öyle değil. Her annenin, her yakının ölümü insanı biraz rahatlatır ve bunu birinin söylemesi lazım. Bunu Camus söylediği için ve o da bir Fransız olduğu için buraya çok soyut ve dolaylı geldi ve kimsenin umurunda olmadı. Ama bu bizim ülkemizden 'Musa' diye bir çocuğun dilinden söylenince insanlar bir şaşırdı. Hümanizm çok değerli bir şeydir ama insana dair bir şey anlatmaz. İnsanın davranışına dair çok şey anlatır ama insanı açıklamak konusunda hümanizmin şu kadarcık bir önemi yoktur.
KADER VE MASUMİYET'İ İZLERKEN GÖZLERİM DOLUYOR
Herkes aşık oldu, hepimiz bir şeyler yaşadık. Oradaki saçmalığı, bize dayatılan gelenek, kültür ve ideolojik şeyler yüzünden herkes sakladı. Herkes bunu yok saymaya çalıştı. Bekir gibi ezik, saçma ve akıl dışı bir kahramanı merkeze koyarak anlatmak zaten yapılmamış bir şeydi. Tam bu dönemde 'Kader' filmi vizyona girdiği zaman dağıtımcı 500-600 kişi tarafından izleneceğini tahmin etti. Ama filmi 30 bin kişi seyretti. Bence yine de çok iyi bir rakam. Şuan belki 1-2 komedi dışında Türkiye'nin en çok izlenen filmi olabilir ki bazı korsancılara göre de böyle. Herkesin bir zamanı geliyor.
İnanın bunu yıllar yılı hep düşünmüşümdür. Kader ve Masumiyet gerçekten iyi filmler. İzlediğim zaman gözlerim doluyor. Duygulanıyorum. Bir filmin değerini ortaya koyarken mesela anlaşılmayanı anlama çabası gösteren bir filmin değeri ahlaki olarak çok yüksektedir. Herkesin nefret edebileceği bir anti kahramanı merkeze koyarak anlatan bir filmin değeri yüksektir. Bu bakımdan söylüyorum.
SERDAR ORÇİN'LE BARDA TANIŞTIK
Serdar Orçin ile tanışmasaydık bu film gerçekten eksik kalırdı. Bizim tanışmamız şöyle oldu. 'Üçüncü Sayfa' filmimde de beraber çalıştık. Beyoğlu'nda 'Cambaz' diye küçük bir bar vardı. Bir arkadaşım beni oraya davet etmişti. Orada otururken 'Üçüncü Sayfa' filmini çekecektim. İlk filminde oynayacak, kimsenin tanımadığı genç bir oyuncu arıyordum. O zaman böyle manyaklık ve saçmalıklarım vardı. Orası özellikle de konservatuar öğrencilerinin gittiği bir yerdi.
Oraya gittim ve Rıza Sönmez orada beni birkaç arkadaşla tanıştırdı. Orada benim gözüm barın köşesine gitti. Karanlıkta kalmış bir yerde tek başına kalmış bir çocuğa gözüm takıldı. İnsanın normalde karanlığa duyduğu ilgi, böyle zamanlarda da kendini gösteriyor. Ben Rıza'ya 'Bu çocuk kim?' diye sordum. 'Müjdat Gezen'den öğrenci. Çok efendi, iyi bir insandır' dedi. O kadar. Film 6 ay sonra çekilecekti. Ben 6 ay boyunca o ifadeyi ve kalenderliği unutmadım. Bazen kısmettir bu. Serdar o kadar da antisosyal biri değil. Arkadaşları da var. Orda olması gerekiyormuş. Öyle bir disiplin ve sorumluluk duygusu var ki... Üçüncü Sayfa'da o kadar iyi hissettim.
Oyuncularımı seçerken yüzde elli yüz, yüzde yirmi beş yetenek yüzde yirmi beş kişilik özelliklerine bakarak seçmeye çalışıyorum. Çünkü adam çok yeteneklidir ama yavşağın tekidir. Bir başlarsın onla uğraşmaktan filmi bitiremezsin. Ahlaksızlık yapar. Ne kadar doğru bir karar verdiğimi ilk gün anladım. Bir konuşuyor, bir bakıyor. Gözleri de renkli. Ondan sonra Kıskanmak ve Bekleme Odası'nda çalıştık. Dört film, az değil. Hayatı inanılmaz kolaylaştıran bir oyuncu. Bir insan bu kadar mı iyi çalışır. Hiç doğru düzgün sorun yaşamadık. Bu konuda sadece Engin Günaydın'ı hatırlıyorum. Sorun yaşamıştık. Olmaz böyle bir şey. Yapamıyor ama yapamıyor olmasına rağmen güldürüyordu bizi. İnanın üfleme sahnesini üç günde falan çektik. O filme dair hatırladığım en büyük zorluk bu. Ama o kadar albenisi var ve o kadar şahane bir herif ki o tecrübeye rağmen Yeraltı'nda çalıştık. Bazı oyuncular öyledir emek ister. Ama Serdar gibiler inanılmazdır.
KISKANMAK FİLMİMDEN SONRA SİNEMAYI BIRAKACAKTIM
Yemin ederim şimdi hatırladım. Kıskanmak filmimden sonra birgün Olkan'ı aradım. Bir söyleşi vardı. Çok önemli bir açıklama yapacak, sinemayı bıraktığımı açıklayacaktım. Gerçekten. Çünkü bence hem roman hem film olarak önemli bir iştir. İnsanın bizzat kendi sinema ve entelektüel çevresi insana bu kadar alçaklık eder mi? 1-2 insan hariç, o insan her zaman vardı. Hepsi o filme karşı inanılmaz bir alçaklık yaptı. Koca bir film çekilmiş ve ortaya inanılmaz bir meseleyi, haset duygusunu koyuyor. Bunlar sinemamızda doğru düzgün anlatılan şeyler de değil. Yok Berrak Tüzünataç'ın yürüyüşü... Koca koca insanlar. Kötü insan olmak, haset sahibi olmak kendini böyle dışa vurur. Zaten o güne kadar pek bağım yoktu. Hiç bağım olmasın istedim ve 'Sinemayı bırakacağım' dedim. Sonra tam bunu söyleyeceğim yabancılaştım. Orada bambaşka bir konu ve insanlar vardı. Onların içinde sırası olmayan bir şeyi söyleyerek dikkat çekmek istemedim ve söylemedim. Sonra sinirim mi geçti ne oldu billmiyorum sinemayı bırakmadım. iyi mi yaptım kötü mü yaptım onu da bilmiyorum.
HALI SAHA HARİCİNDE SOSYAL HAYATIM YOK
Hiçbir zaman ekonomik sorunum olmadı. Çünkü hiçbir ekonomik sorun işportacılıktan gelmiş bir adamı engelleyemez. Tam aksine tek başıma hep şükrettim. Hepsinin yapımcılığını yaparak öyle ya da böyle 12 film çektim. Sokaktan gelip hiçbir iş yapmadan, başka işlere bulaşmadan ve reklam çekmeden 12 film yapmak muhim bir iştir. Hayat bana bunu verdiği için şükrettim. Ama bir yanıyla da korkunç bir şey. Çünkü yaşamın o kadar yaşanması gereken şahane yanları var ki... Hiçbir zaman sinemacı derneklerine üye olmadım. Eğer insani olarak beni etkilemezlerse sinemacılarla düşüp kalkmadım, mekanlarına gitmedim. Bazı ünlü barlar vardır. Bir kere Zeki Ökten benle görüşmek istediği için gitmiştim. Onda da beni kapıdan almadılar. Bunların hepsini iyi şeyler olarak niteledim. Bı ülkedeki pek çok mütevazi insandan daha mütevazi bir hayatım var. Daha mütevazi bir sosyal hayatım var. Hatta sosyal hayatım neredeyse yok. Halı saha gibi şeyler olmasa o bile yok.
YAZGI'YI YENİDEN ÇEKMEYİ DÜŞÜNÜYORUM
Peygamber duygusu diye bir duygu var ben buna inanıyorum. Bekleme Odası'nın ilk çıkış noktası İncil'deki bir durumdandır. Bugün insanların en çok acı çekmesine, en çok öfkelenmesine ve kırılmasına neden olan ve böyle insanlar haline gelmesine neden olan en belirgin şey nedir? Mesela bana göre beklentileri. Bu beklentileri olmasa kimse bu kadar bağırıp çağırmaz, üzülmez, kırılmaz. Yazgı'daki Musa'nın en büyük önemi nedir? İnsanları delirten, insanlara acı veren, hiçbir olayın onun değerinde bir hükmü, değeri olmamasıdır. Bu filmi daha iyi çekmeyi çok isterdim. Zaten 'bir daha mı çeksem falan' diyorum. Adamın acı çekip çekmediği bile belli değil. Belki çok acı çekiyor. Ama belki de çaresizliğini ve bir şey yapamayacağını bilmeyi son derece namuslu bir biçimde yaşıyor. Bunu bilmiyoruz.
Patron bile annesinin ölümüne üzülüyor. Bu 'benim suçum değil' diyor. İlginç ve değersiz bir karakter olarak da yazılabilir. Yabancı romanının önemi buradadır. İnsanlar için çok önemli, çok hayati ve vazgeçilmez olan şeylerin onun için hiçbir değeri olmamasıdır. Benzer bir şeye Bekleme Odası'nda da devam ettim. 'Hiç kimseden hiçbir şey beklememek en iyisi' repliğiyle Yazgı'daki meseleye o şekilde devam ettim. Meselesini çok sevdiğim bir film. Bazen 'Bir daha mı çeksem' diye düşünüyorum.
YAZGI FİLMİ POPÜLER OLSAYDI İDAM EDİLEBİLİRDİM
Tırnak içinde söylüyorum entelektüel yazarların bazıları bu film yüzünden ilişkilerini kopardı. Boğaziçi'nde eğitim görmüş sinema yazarları bana bildiğiniz 'faşist' ithamları falan yaptı. Film Allah'tan o kadar popüler olmadı. Popüler olsa Yabancı romanındaki Meursault karakteri gibi idam edilebilirdim. Filmde Musa 'Siz beni üç çocuğu katlettiğim için mi yoksa annemin ölümüne üzülmediğim için mi yargılıyorsunuz?' diye soruyor ya gerçekten ben sanatçı olduğum için mi yoksa böyle bir film çektiğim için mi yargılanıyorum? duygusunu oluşturdular. Geçenlerde 'Bir Düşüşün Anotomisi' filmini seyrettim. İncir çekirdeğini doldurmayacak çok ama çok basit bir gizemden nasıl bir film çıkıyor ortaya. İşte sinema bu.
Ahmet Uluçay
AHMET ULUÇAY İLE SAMİMİ DEĞİLDİM
2009 yılında hayatını kaybeden yönetmen Ahmet Uluçay hakkında kendisine yöneltilen bir soruya da yanıt veren Demirkubuz, açıklamalarını şu şekilde noktaladı:
"Bu mesele ilginç bir mesele. Hatta beni bazen üzerine düşündürten bir konu. Onu okumadım. Dediğiniz gibi bir şeyi hiç yaşamadık. Çünkü ben Ahmet ile o kadar samimi değildim. Beni gerçekten çok severdi ve en sevdiği filmde Yazgı filmimdi. Bana, 'öbürleri havanda su dövüyor. Bu çok hakiki bir film' dediğini hatırlıyorum. Bizi Nuri Bilge Ceylan tanıştırdı. 2-3 kez beraber olduk. İlk tanıştığımızda Eskişehir'deydik ve Ahmet Uluçay, hayatımda Suç ve Ceza'daki Svidrigailov karakterini saatlerce konuşabildiğim tek insandı. Oradaki yazılanlar... Ben bunları sağdan soldan parça parça duyuyorum. İnanın benle bir ilgisi yok. Yeşim Ustaoğlu, Ezel Akay, Nuri Bilge... Onun epey bir arkadaş grubu vardı. Özellikle Ahmet öldükten ve belirli bir çevre onu sahiplendikten sonra ideolojik bir şey haline getirilmeye başlandı. Bu biraz üzücü bir şey.
Anladığım kadarıyla oğlunun öfkeleri var. Bu ülkenin insanı olarak beni ilgilendiren biriydi. Ama hiçbir zaman özel bir şeyimiz olmadı. İki kere buluşmuşuzdur. Onun da sebebi şu, buraya geliyordu. En yakın arkadaşı onu ekiyordu. Kasabadan kente gelen insan, kentli insan için angaryadır. Ben burada yaşıyordum ama hiçbir zaman kentli insan olmadığım için bir keresinde işim olmasına rağmen 'tamam' diyerek onunla buluşmuştum. İlişkim bu kadardı. Ahmet, özel biriydi. Herkes kendi dünyasında kendisine dönük olarak özeldir zaten. Biriciktir. Bazılarından yediği kazıklara tanık olmadım kimsenin günahını almam. Ama bunların kimler olduğunu tahmin edersiniz. Bu insanlardan yediği kazıkları açıkça söylemediği için genelleştirerek anlattığını düşünüyorum. Çünkü zaten ölmüş bir insan hakkında konuşuyoruz. Keşke öyle insanların daha büyük imkanları olsaydı da çıksaydı. Ama Kütahya'nın Tavşanlı ilçesinde zor oluyor. Kendi çevresi, ailesi, kasabası ona asıl kötülüğü yaptı. Belki de kendini çok yalnız ve kırgın hissettiği anlarda böyle bir şey yapmış olabilir."
Serdar Orçin
'ÖDÜLÜ KAZANDIM AMA HALA TESLİM ALAMADIM'
Zeki Demirkubuz'la tanıştıktan sonra kaderinin değiştiğini vurgulayan Serdar Orçin ise Yazgı'daki 'Musa' karakteriyle 'Umut Veren Erkek Oyuncu' ödülünü kazandığını ancak ödülün hala kendisine teslim edilmediğini vurguladı.
Yazgı filminin çekildiği sırada Zeki Demirkubuz'un, kendisini sözleriyle dövdüğünü ifade eden Orçin ayrıca Zeki Demirkubuz ile Engin Günaydın arasında yaşanan sorunlara da vurgu yaptı.
Öte yandan 'Barda2' filmi hakkında da konuşan Orçin, kendisine bir teklif gelmediğini açıklayarak "Duydum. Evet çekilecek. Serdar Akar ile hiçbir ilgisi yok. Orçun Benli'nin senaryosu. Ama başkaları çekecek. Benim hiçbir alakam yok" dedi.
Orçin, açıklamasında şu ifadelere yer verdi:
"Bir barda da olsa Zeki abi ile karşılaşmak benim için bir baht dönüşüydü. Söyledikleri benim için çok önemliydi. Kaşım, gözüm için değil de başka özelliklerim için beni diğer filmlerine alması benim için çok önemliydi. Çünkü o yıllarda Türkiye'de 5-6 film çekiliyor. Onlardan bir tanesinin sizin önünüze gelmesi, piyangonun size çıkması gibi bir şey. Üç sene içerisinde önüme iki tane Zeki Demirkubuz senaryosu gelmesi olağanüstü bir durumdu. Yazgı filminin çekildiği sene okulda 'Varoluşçuluk' üzerine sunum yapmıştım. O rolü birine teslim etmek çok zor bir şeydi. Başrol oynadığım ilk filmimdi. Bir Demirkubuz senaryosu ve Yabancı uyarlanmış. O sırada Türkiye'de böyle bir senaryonun çekilecek olması bile hayal edilecek bir şey değildi. Ancak Zeki abinin cesaret edeceği bir şeydi. 3 haftalık bir zaman diliminde çektik.
ZEKİ ABİ BENİ SÖZLERİYLE DÖVDÜ
Zeki abi sette birkaç kez beni sözleriyle dövdü. Çok şiddetli bir şey olmadı. Beni biraz azarladı. Ama Engin'e bir iki girişmek istedi. İlk bir iki gün çok zordu. 'Olmayacaksa şey yapabiliriz' dedim. O da beni cezalandırdı. 'Arka odaya git kendine gel' dedi. Ondan sonra işler çok yolunda gitti."