Opera sahnesinin yaşayan en büyük seslerinden İtalyan bas Ferruccio Furlanetto KARAR’a konuştu: “Leyla Gencer gerçek bir tanrıçaydı, inanılmaz bir sese sahipti. Çok şanslıydım ki yolun başında onunla aynı sahneyi paylaştım ve arkadaş oldum. Opera için çok büyük bir değer, muhteşem bir iş arkadaşı ve muhteşem bir ses sanatçısı. Son aryasını bu kadar güzel seslendiren başka bir sanatçıya şahit olmadım. Ayrıca çok cazibeli, eğlenceli ve etkileyici bir kadındı...”
SALİHA SULTAN
İstanbul geçtiğimiz hafta unutulmaz bir müzik ziyafetine ev sahipliği yaptı. Atatürk Kültür Merkezi - Türk Telekom Opera Salonu’nda, Giuseppe Verdi’nin ‘Requiem’ adlı eseri, 150’nci yılında İstanbul Devlet Opera ve Balesi (İDOP) tarafından seslendirildi. İtalya Büyükelçiliği ve İtalyan Kültür Merkezi’nin desteğiyle gerçekleşen konserde Türkiye’den soprano Evren Ekşi, mezzosoprano Ezgi Karakaya, tenor Aydın Uştuk sahne aldı. Konseri unutulmaz kılan bir diğer isim de dünya opera sahnelerinin yıldızı, 75 yaşındaki bas tenor Ferruccio Furlanetto idi. Yaşayan en önemli opera yıldızlarından biri olarak kabul edilen sanatçı ile, 17 Kasım’da gerçekleşen konser öncesi katıldığı provalarda buluştuk. İtalyanlara has güler yüzü ile keyifli bir söyleşi gerçekleştirdiğimiz Ferruccio, sahneye ilk adım atışından Türk operasının divası Leyla Gencer ile kesişen yollarına elli yıllık meslek yolculuğunu KARAR okurları için anlattı.
Öncelikle Türkiye’ye hoşgeldiniz. İstanbul’a daha önce gelmiş miydiniz?
Bu İstanbul’a ikinci gelişim. İlk seferim 1990’lar ortasındaydı. Maestro Riccardo Muti ile gelmiştim. İstanbul Müzik Festivali’nde La Scala Filarmoni Orkestarı ile sahne almıştık. Tabii o zamanlar yılın daha güzel vakitleriydi; çok güzel bir hava vardı. Çok etkilemiştim, İstanbul çok görkemli bir şehir... Yine Atatürk Kültür Merkezi’ne gelmiştik, eski binayı görmüş, orada sahne almıştık o zamanlar.
Operaya ilginiz nasıl başladı, çocukken de ilginizi çeker miydi?
Evet, tabii ki. 4-5 yaşlarındaydım ve büyükbabam bana opera çalıştırırdı. Ne söylediğimi pek umursamazdım, sadece söylemek isterdim. Küçük bir çocuğu bu eserleri söylerken hayal edin... Sonra sanıyorum 60’ların ikinci yarısı; pop müzik için olabilecek en iyi zamanlardı ve ben de pop söylemeye başladım. İki albüm kaydı yaptım ve bir kaç kez televizyonda sahne aldım. O yılların en önemli insanlarıyla tanıştım. Pop söylemeyi de gerçekten severim ama ambiyanstan hiçbir zaman haz alamadım. Ve o zamanlar, teyzem, ki çok iyi bir soprano sese sahiptir, bana neden operayı denemediğimi sordu. O zamanlar opera hiç aklımda yoktu...
Sonra pop söylemeyi bırakıp operaya mı yöneldiniz?
Evet. Milano, Mantova’ya gittim. Çok ünlü bir ses eğitmeni vardı, Mirella Freni. Pavarotti gibi canavar sanatçıların eğitmeniydi. Ne kaybederim diye düşündüm ve gidip gelmesi trenle dört saat süren derslere gitmeye başladım. Sanırım Nisan’ın ilk haftalarıydı başladığımda ve Eylül’de ilk yarışmama katıldım. Küçük bir ödül vardı ama özeldi çünkü artık tamamen işin içindeydim, Freni beni buna inandırmıştı. Bir sonraki yıl da Tarvisio’da Don Giovanni için düzenlenen büyük bir opera yarışmasına katıldım. İstediğiniz rol için başvurabiliyordunuz. Don Giovanni için başvurdum ve kazandım. Ve sahneye ilk çıkışımı Don Giovanni ile yapma şansım oldu.
Kaç yaşındaydınız?
26 yaşındaydım... Giovanni’yi o yıllarda, o yaşta söylemek imkansızdı. Çünkü aslında başlayacağınız değil, varmanız gereken bir roldür Giovanni. Ama ben uygun bir şekilde yaptım. Torino’daki tiyatrocular geldiler ve gelecek baharda gerçekleşecek Giovanni oyunu için Torino’ya götürdüler beni. Muhteşem bir prodüksiyondu. Ve bu oyunda ‘Donna Elvira’ rolünü de Leyla Gencer canlandırıyordu.
Türk operasının divası ile tanıştınız yani. Nasıl bir sanatçıydı size göre?
Leyla Gencer gerçek bir tanrıçaydı, inanılmaz bir sese sahipti. Çok şanslıydım ki yolun başında onunla aynı sahneyi paylaştım ve arkadaş oldum. Opera için çok büyük bir değer, muhteşem bir iş arkadaşı ve muhteşem bir ses sanatçısı. Son aryasını bu kadar güzel seslendiren başka bir sanatçıya şahit olmadım. Ayrıca çok cazibeli, eğlenceli ve etkileyici bir kadındı...
Peki operaya adım attığınız bu sırada size çocukken aryalar söyleten büyük büyükbabanız yaşıyor muydu?
Maalesef, ben pop söylemeye başlamadan önce, 91 yaşında kaybetmiştim kendisini.
Mesleğinizin bu sene ellinci yılını kutluyorsunuz. Peki sahneye ilk çıkışınızı hatırlıyor musunuz?
Evet, bir aydan az bir süre kaldı. Tam olarak 13 Aralık’ta ellinci yılımı kutlayacağım. Bir cuma günüydü, Aralık’ın 13’ü. İtalya’da ‘13. cuma’ uğursuz olsa da benim kariyerim için uğurlu bir gündü. Trieste şehrinde La Bohem’de rol almıştım... Ve hikaye böyle başladı...
İkinci büyük oyununuz sanırım yine bir Verdi eseri...
Evet ikinci prodüksiyonum oydu. Torino’da Don Carlos’u sahneliyorlardı. V. Charles rolü için sahneye çıktım. Başlangıçta çok güzel bir aryası vardı. Ve inanılmaz bir prodüksyondu. Bulgar opera sanatçısı Boris Christoff da Filippo’yu oynuyordu. Harika bir cast idi. Benim için çok iyi başlangıçlardı diyebilirim.
‘ARKADAŞIM HASTALANINCA 12 SAATTE BÜTÜN HAYATIM DEĞİŞTİ’
Peki bu son elli yıl boyunca sizi en çok etkileyen rolünüz hangisiydi?
Çok şanslıyım ki birkaç tane oldu. Ancak 12 saat içinde bütün hayatımı değiştiren bir tanesinden bahsetmek istiyorum; Salzburg Paskalya Festivali’ndeydim. Mozart’ın ‘Taç Giyme Ayini’ni söylemek için oradaydım. Kral Philip rolündeydim ve bunun sebebi onu canlandıran arkadaşımın aniden hastalanmasıydı. Beni arayacaklarını hiç düşünmemiştim. İki performans sahnelenecekti, genel prova ve prömiyer. O zamanlar mümkün olabilecek bütün imkanlara sahip büyük bir prodüksiyondu. Telefonum çaldı ve bana “Gelmelisin çünkü saat dörtte Kral Philip’e dönüşeceksin” dediler. Gittim ve hızla videoları izledim. Kostüm için ölçüm alındı, peruk denemek için gittim. O prodüksiyon sırasında ilk peruğumu aldım. Bir dakikalık sahne ve müzik provası bile yapmadan bu işin içine atladım. O güne kadar dünyada beni kimse tanımıyordu, fakat ertesi gün artık seçilmiş kişiydim. Ve bu hayatımı değiştirdi. Büyük bir şanstı. Bu meslekte şansa da ihtiyacınız var. Bu kadar önemli bir iş geldiğinde soğukkanlı ve hazır olmalısınız. Tabii ki başka önemli prodüksiyonlar da var, fakat bu benim için en önemlisiydi... Ve bugün hala sahnede o gün aldığım aynı peruğu kullanırım...
Türkiye’de operanın henüz yüz yıllık bir tarihi var, sizin bizim operamızla ilgili bilginiz var mı?
Maalesef bilmiyorum. Bunun da çok basit bir sebebi var, en başında sadece kendime uygun vokal aralığında çalışıyorum. Dinlemelerim de bu yönde oluyor. Başta çok fazla Verdi yaptım, 27 yıl boyunca Mozart söyledim. Ve bu bana ilaç gibi geldi. Son Giovanni’mi geçen yıllarda 54 yaşında yaptım. Daha sonra da hiç durmadım çünkü Mozart’ın bütün karakterleri genç adamlardı... 54 yaşıma geldiğimde o karakterleri oynamak benim için artık fazlaydı, bu yüzden ağır eserlere geçiş yaptım. Rus repartuarı, Fransız repertuarı mesela, Don Kişot gibi... Konserlerde Mozart söylüyorum, çünkü benim için kolay olan bu ve bacaklarım prodüksiyonlar için pek uygun değil artık...
‘AKM’DEN İÇERİ GİRDİĞİMDE ÇOK ETKİLENDİM’
1990’larda eski Atatürk Kültür Merkezi’ni gördüğünüzden bahsettiniz. Dünyanın birçok önemli sahnesinde yer alan bir sanatçı olarak bugün gördüğünüz Atatürk Kültür Merkezi hakkında ne düşünüyorsunuz?
İçeri girdiğimde gerçekten çok etkilendim. Gerçekten muhteşem büyüklükte bir restorasyon gerçekleştirilmiş. Çok güzel. Çok önemli bir salon tabii ki, henüz sahnede sadece 3 saat geçirdim çok detaylı bir inceleme yapamadım. Seyirci için nasıl bilemiyorum fakat sahnedeki bizler için güzel bir akustiği vardı. Çok iyi çalışılmış bir bina olmuş. İstanbul gibi büyük şehir için, büyük bir sahne, tebrik ederim.
Giuseppe Verdi’nin unutulmaz eseri ‘Requiem’in seslendirildiği konserde Andrea Francesco Solinas yönetimindeki İDOB Orkestrası ile Paolo Villa yönetimindeki İDOB Korosuna, İtalyan opera sanatçısı Ferruccio Furlanetto eşlik etti.
‘İNSANLAR GELİR GİDER SAHNELER KALIR’
Karşımda başarılarla geçen elli yılın getirdiği inanılmaz bir özgüven görüyorum. Çok önemli sahnelere çıkmışsınız, bildiğim kadarı ile Papa’nın karşısında da sahne aldınız. Son olarak, peki siz en çok kimin karşısında şarkı söylerken heyecanlandınız?
Bazen kimin karşısında olduğunuzu bilirsiniz, bazen de bilmezsiniz. Kişilerden daha çok, yerler benim için önemliydi. İnsanlar gelip giderler fakat, sahneler her zaman kalır. Bolşoy’da Boris’i yaptığımda provada ahşap zemin üzerinde yürüyordum. Yani ilk Boris’in sahneye çıktığı, 1867 yılında yürüdüğü yerlerde yürüyordum. Bu bir duygudur benim için, kişiler değil. Her şeyin doğduğu yere ayak basmak... Şimdi böyle bir şey mümkün değil tabii ki, çünkü Fenice Tiyatrosu yandı. La Triviata’nın ilk sahnelendiği sahneye ayak basmak, Simon Boccanegra’nın ilk sahnelendiği yerde söylemek... Bu sizin bir parçası olduğunuz bir tarih. Muhteşemdi. İlk sayfası Macar maestro Georg Solti imzalı bir notam var mesela, Papa’ya sahnelediğimiz Verdi’den kalan. Her şeyin başladığı bir opera evinde o rolün ilk ayak bastığı yere ayak basmak çok başka bir şey. Beni heyecanlandıran şeyler bunlar...
20. yüzyılın önemli sopranolarından Leyla Gencer, 2008 yılında İtalya’da vefat etti. Dünyada ‘Türk Divası’ (La Diva Turca) olarak tanınan usta sanatçı, Milano, Roma, Napoli, Venedik, Viyana, Paris, San Francisco, Köln, Buenos Aires, Londra, Rio de Janerio, Bilbao ve Chicago’da birçok kez sahne aldı.
‘KELİMELER TENİNİZİN ALTINDA TİTREŞMELİ’
Opera sahnesinde sizin yolunuzdan yürümek isteyen genç sanatçılara ne tavsiye edersiniz?
Bunu işi önce kendiniz için yapıyor olmanız en doğru yolu. Çünkü eseri söylerken notaları bırakırsanız, kelimeler teninizin altında titreşiyor olmalı. Eğer acı çekmeniz gerekiyorsa, gerçekten acı çekmelisiniz. Eğer ağırlığı var ise, bu ağırlık sizin kalbinizin filtresinden geçmeli. Ancak bu şekilde izleyicinin kalbine ulaşabilirsiniz. Eğer nota ile samimiyseniz, onlara ulaşacaktır. Mariinsky Tiyatro Orkestrası’ndayken bir gün senfoni salonunda Don Kişot’u sahneliyorduk. Sahneye çıktığımda ilk yirmi sırayı net bir şekilde gördüğümü hatırlıyorum. Sondaki ölüm sahnesinin ardından o ilk yirmi sırayı ağlarken gördüm. Ve benim için en muhteşem ödül buydu. Çünkü, “İşte kalbinize dokundum” dediğim noktaydı bu. Bu mesleği de bunun için yapıyoruz zaten... Heyecanı hiç kaybetmemeli, ben bu heyecanı elli yıldır yaşıyorum.