Edebiyat birikimini sahneye taşıyan ve 3 yıldır İstanbul'da stand-up tarzında kapalı gişe edebiyat suaresi yapan Mehmet Cemil: "Bir aydın tipimiz var, sürekli 'Türk halkı cahildir' diye söylemlerde bulunan. Bir halkın kendi dilini, kültürünü edebiyat vasıtası ile öğrenerek bir özgüven inşa etmesi hayati önem taşıyor. O yüzden bu tarz aydıncıkların Türk olduğuna inanmıyorum. Ayrıca, biz doğru şekilde bir edebiyat anlattık da, Türk halkı okumadı mı? Öyle bir şey yok. Suarelerime gelip görsünler."
SALİHA SULTAN
Dört yıl önce bir edebiyat etkinliğinde karşılaştığım, entelektüel birikimine duyduğum hayranlığın ardından 'Bu adam kesinlikle benim dostum olmalı' dediğim bir isim Mehmet Cemil... Mehmet ile o tarihten sonra çok şükür dost olduk. Tanıştığımız o günlerde öğretmenlik mesleğini sürdüren Mehmet, bir süre sonra benim de ısrarla desteklediğim Velhasıl Akademi'yi kurdu, işini gücünü bırakıp, unutulmuş geleneklerimizden biri olan edebiyat suarelerine başladı. Mehmet, 'edebiyat stand-up'u da diyebileceğimiz bu programını son üç yıldır kapalı gişe sürdürmesi ile de bugünlerde kültür sanat dünyasının gündeminde. Mehmet'in pandeminin getirdiği alışkanlıklar, dijitalleşme ve ekonomik krizin tehditleri ile çevrili olduğumuz günlerde hayata geçirdiği bu suare, son yıllarda karşı karşıya olduğumuz kültürel çölleşme riskine karşı sadece edebiyatseverlere değil aydın kesime de onlarla nasıl ilişki kuracakları konusunda rehberlik ediyor. Mehmet'in her hafta salı günleri Minoa Pera'yı dolup taşıran bu başarısının ardında hangi özelliklerinin, bakış açısının yattığını dostu olarak ben biliyorum ancak bir de KARAR okurları için anlatmasını istedim. Buyrun.
Sevgili Mehmet, nasıl oluyor da üç saat boyunca insanları edebiyatla bir arada tutabiliyorsun?
Bunun birkaç sebebi var. Bence şöyle oluyor Saliha. Edebiyatın yanında üniversitede aldığım diksiyon, hitabet, jest ve mimik, iletişim gibi tiyatro eğitimlerini çok dengeli kullanıyorum. Tabii bir tiyatrocu kadar 'ben meddahım' diyemem, çünkü bu çok ayıp olur ama meddahlığın ne olduğunu biliyorum. İkincisi, kuru felsefe de divan edebiyatı da olsa, ne anlatırsam anlatayım, çağdaş edebiyat ürünü de olsa insanların kendi hayatları ile bağdaştırabilecekleri bir kanal açıyorum. Dolayısı ile eser artık o insanda bir karşılık buluyor.
Evet bunu iyi başarıyorsun, katıldığım suarelerinde buna şahit oldum. Ele aldığın yazarlar ve eserler geçmişe ait gibi görünse de bugünle de, hatta politika ile de ilişki kurabiliyorsun...
Aslında çok kapsayıcı bir dil üzerinden şunu anlatıyorum, edebiyat ürünü vasıtası ile kendinizi, fikrinizi, ruhunuzu, yaşadığınız coğrafyayı politik ve siyasi olayları, yani toplumsal ve siyasi her şeyi nasıl anlamlandırabilirsiniz? Çünkü edebiyat insanlara kavramlarla düşünme becerisi veriyor. Dolayısı ile mesela şu anda bir sınır ötesi operasyon var ve diyelim ben etkinliğimde Attila İlhan anlatacağım. Ben Attila İlhan okurken şunu keşfettim, o Amerika ve İngiltere'nin Orta Doğu politikasına karşı Türk devletinin ve Atatürk'ün büyük Orta Doğu projesini ortaya çıkarmış ve deşifre etmiş bir isim. Diyor ki "Bütün bu coğrafyada Amerika ve İngiltere'nin oyunları varsa bizim de, Türklerin de bir aklı var". Bunu bir tarihçi, sosyolog ve bilge olarak ortaya koyuyor. Dolayısı ile Attila İlhan'ın şiirlerini okumak, romanını okumak demek, insanların kendi çağında anlam veremediği büyük olayları bir bilgenin gözünden de düşünmek demek.
Sen ayrıca bir edebiyat öğretmenisin. Peki bu söylediklerini okullarda öğretiyor muyuz biz?
Maalesef. Bizim lise ve üniversite eğitimlerimizde bunlar yok. Ama insanlar işte suarem için bir bilet alıyor, bir sahneye geliyorlar ve isterse sağın en ucundan, isterse solun en göbeğinden gelsinler, öyle saygılı bir iletişim alanı oluşuyor ki, Attila İlhan üzerinden de günümüz politik meselelerini tartışılabiliyor başka bir cihetten. Günümüzde pek çok konu Ahmet Hamdi Tanpınar üzerinden de tartışılabiliyor ve görüyorum ki insanlar birbirini dinlemeye başlıyor. Bir yandan sanat kavramlarına hakim oluyorlar bir yandan da bir silsile içerisinde Türk romanının onlara sunduklarını keşfediyorlar.
'DİL VE SANAT AYRIŞTIRMAZ, BİRLEŞTİRİR'
Sende cesursun ama... Özellikle edebiyat üzerinden ciddi kamplaşmalar var çünkü bu ülkede. Herkes 'kendi yazarını' ululuyor, bazı yazarları kendi ideolojisine sığdırıp, hapsediyor çoğu zaman. Ama senin geçen yılki Yaşar Kemal programında dinlemiştim mesela, dünyanın ve Türkiye'nin ikiye bölündüğü o sıkıntılı günlerde onu Filistin meselesi ile bağdaştırmaktan çekinmemiştin. Bunu çok cesur bulmuştum.
Kesinlikle. Bu bahsettiğin isimler köşelere sıkıştırılabilecek, belirli sığlıklara hapsedilecek insanlar değiller çünkü. Kemal Tahir, Yaşar Kemal, Nazım Hikmet, Ahmet Hamdi Tanpınar. Tanpınar'ın bu ülkede başına gelen de zaten bu değil miydi? Yıllarca bir gizlenme politikasının kurbanı olmadı mı? Onu yeni yeni keşfediyoruz. Ve bakıyoruz ki en sağdan en sola kadar herkesi birleştiren bir dil geliştirebilmiş. Çünkü dil ve sanat aslında ayrıştırmaz, birleştirir. Bu sanatçılardan bağımsız, kültür sanat ortamının ne kadar kamplaştığı ile alakalı bir şey. Tanpınar'ın böyle bir niyeti yoktu. 'Huzur' romanını ele alalım, Itri'den de bahsediyordu, Bach'tan da. Ya da Tanburi Cemil Bey'den de bahsediyordu Debussy'den de.
Ya da Nazım, Rusya'da Mayakovski'ye divan şiiri okuyabiliyordu...
Evet, Şeyh Galib'in tardiyelerini okuyabiliyordu. Şimdi, Nazım Hikmet divan şairlerine sahip çıkıp, ben buradan besleniyorum dediği için bizim bildiğimiz anlamda sağcı mı oldu? Ya da solculara ihanet mi etti? Hayır. Zaten dil ve kültürün birleştirici kısmı bu, bunu söylemek vurgulamak lazım.
Peki suarelerindeki bu kapsayıcı anlatım tarzın nedeniyle eleştiri aldığın oluyor mu?
Bazen 'divan edebiyatını kim dinler, sen her programında bir divan şairi ya da günümüz perspektifinden bu cahil halk ozanlarının şiirlerini okuyorsun' diyenler oluyor. Hiç olur mu? Biz şu anda nasıl fikirsel ve duygusal bir olgunluktaysak, hep bunları divan şairlerine ve halk ozanlarına borçluyuz. Yani sen Dadaloğlu olmadan bir özgürlük hikayesi anlatabilir misin? Karacaoğlan olmadan Cemal Süreya'nın aşkını anlatabilir misin? Anlatamazsın. Dolayısıyla, bunlar ne muhafazakarlığın ne devrimciliğin işaretidir. Bu isimler Türk kültürünün değerlerinin toplamıdır.
Şu ana kadar konuştuğumuz isimlerin ortak özellikleri birçok konuda eleştiriler yapsalar da özlerinde kimliklerinden utanmayan insanlar olmaları gibi gelir bana. Bugünkü şartlarda yazar çizerlerimizde bunu pek göremiyoruz. Bir kimlik krizi yaşanıyor sanki. Mesela şu an Türk şiiri Türkçe şiir gibi tartışmalarla karşılaşıyoruz. Sen ne düşünüyorsun bu konularda?
Bu sığ tartışmaların kimseyi, ne bireysel ne de toplumsal olarak bir yere taşımayacağı ortada. Artık bunlardan kopmak, yeni bir söz söylemek lazım. Bu söylediğimi ben sahnede üç yıldır yaşıyorum. Oldukça muhafazakar kesimlerden gelenler de oluyor, kimisi bir Ramazan günü orucunu açıp programıma giriyor. Kimisi bir kadeh şarabını içip geliyor ama günün sonunda aynı ortamda birbirlerini dinliyorlar.
'SIĞ TARTIŞMALAR SANAT CAMİASINI HİÇBİR YERE GÖTÜRMÜYOR'
Bu kavgaların sanata edebiyata bir katkısı var mı sence?
Gelinen noktada bu sığ tartışmaların edebiyat, sanat camiasını hiçbir yere götürmediği ortada. Biz Sezai Karakoç öldükten sonra onun ayarında bir şair çıkartabilecek miyiz? Attila İlhan öldükten sonra onun ayarında bir bilge, hem şair, hem romancı çıkarabildik mi? Yaşar Kemal öldükten sonra gerek Doğu'da, gerek Batı'da, birleştirici, hem Türk destanlarından hem Kürt dengbejlerinden beslenen ve bunu edebiyatına Türkçe yansıtan, dünyada bir saygınlık uyandıran, Batılı ülkeler ona açık çek vermişken gitmemeyi tercih edip ülkesinde kalan bir entelektüel yetiştirebildik mi?
Zikrettiğin bu isimler bugün dahi hala hep belli köşelere sıkıştırılıyorlar...
Evet. Ben mesela Cemal Süreya'nın ardından Sezai Karakoç suaresi yapınca hiç beklemediğim cihetlerden eleştirildim. Karakoç olmadan İkinci Yeni anlatılabilir mi? Namuslu eleştiri diye bir kavram var, bir şairin ya da yazarın hayat görüşüne taban tabana zıt olsan dahi onun ortaya koyduğu metnin hakkını vermek durumundasın. Bu senin ne kadar kapsayıcı olabildiğinle alakalı bir şey tabii. Özetle, ne Sezai Karakoç sadece muhafazakarlarındır, ne Nazım Hikmet sadece solcularındır. Türkçe konuşan herkesindir. Benim derdim bu kalıpları yıkabilmek. Ben geldiğim politik çevreye rağmen, İsmet Özel'in 'Sevgilime Bir Kefen', 'Mataramda Tuzlu Su', 'Karlı Bir Gece Vakti Bir Dostu Uyandırmak' gibi muazzam şiirleri olmadan belki de bu kadar iyi bir edebiyatçı olamazdım. Yani özel insanlar bunlar. Bir köşeye sıkıştıralamazlar. Nazım'ın divan şiirine sahip çıktığı gibi biz de çıkabilmeliyiz ya da her şeye rağmen Nazım'a da sahip çıkabilmeliyiz. Yeni bir şey üretebilmek için kendi geleneğimize sağ sol demeden sahip çıkmalıyız ki, bu külliyattan beslenebilecek yeni bir aydın çıkartalım. Tek bir taraftan beslenen biri bir aydın olabilir mi?
Suarende bu yazarları ve eserlerini anlatırken bütüncül bir anlatın da var. Aynı anda o eserin yazıldığı, yazarın yaşadığı dönemin dünya edebiyatı ile de etkileşimini kurabiliyorsun. Okuyucunun okurken göremeyeceği şeyleri anlatıp geniş bir perspektif sunuyorsun. Dünya edebiyatından, kendi coğrafyasından bir ilişki kuruyorsun. Mesela bu perspektiften dinleyince fark ediyoruz ki, o dönemin aydınları birbirine kör sağır değilmiş...
Evet, geçenlerde mesela seninle Yahya Kemal'in 140'ıncı yaşgününü kutladık, birlikte Sultanahmet'teki müzesini ziyaret ettik. Acaba eve dönen ilk büyük şairimiz olan Yahya Kemal'in yaşadığı dönemde Batı ve Doğu sanatlarını Türk yazın ve musiki kültürüne hakimiyeti gibi geniş perspektifli bir şair yetiştirebildik mi? Düşünelim... Günümüzde müziği, mimariyi, tarihi, toplumsal olayları şiirine yansıtabilen, aynı zamanda dünya şirini çok iyi bilen, bununla yetinmeyip kendi geleneğini bilen kaç edebiyatçımız var? Dolayısı ile az önce söylediğin köşelere sıkışma hikayesi bizi bir kısırlığa itti ve halkın beslenme ve düşünce damarları sanki koparılmış gibi oldu. Biz ne zaman ki bu sürdürülebilir ve birbiri ile ilişkili silsileyi idrak eder, topluma doğru anlatabiliriz o zaman yeniden bir üretim sahası ortaya çıkar. Bunu şu anda okullarda göremediğimiz için işte ben de sahnede, suarelerimde yapmaya çalışıyorum.
Tepkileri nasıl peki sahneye gelenlerin?
Genelde şunu söylüyorlar, 'Biz hiç böyle bir edebiyat dinlemedik, böyle anlatıldı da biz mi bilmiyoruz? Halk edebiyatı güçlü bir dile sahip miydi? Biz üniversite okuduk bu romancının adı bile geçmedi derslerimizde". Demek ki artık bunu aşacak bir hemzemine ihtiyacımız var bizim. Buna işte, edebiyat suarelerini, matinelerini yeniden topluma taşıyarak bir çözüm yolu üretmeye çalışıyorum.
Geçmişte edebiyat suaresi yapan kimler var?
Türkiye'de bu işleri ilk Enis Behiç Koryürek başlattı diyebilirim. Ama çok uzun süre bunu popüler hale getirenler Attila İlhan, Özdemir Asaf ve Asaf Halet Çelebi. Asaf Halet bir yandan şiirlerinde budizmden, bir yandan Türk İslam kültüründen, bir yandan da tasavvuftan beslenen biri ve müthiş bir özgünlükle bunları anlatıyor. Onun ardından Attila İlhan çıkıyor, divandan besleniyor ama aynı zamanda sosyal realizmden etkilendiği yanlar var. Özdemir Asaf ise oldukça duygusal ve bireysel. Hepsi bir gecede insanlara şiirlerini okuyup, hikayelerini paylaşabiliyorlar. Okurla aralarında böyle bir iletişim hattı kurmuşlar.
Peki 'edebiyatın para etmediği bir dönemde' riskli değil mi bu suare işi? Malum günümüzde edebiyat özellikle organizasyonlar açısından özellikle kurumlara mahkum durumda. Bağımsız bir akademi kurdun ve bu matineyi başlattın. Ekonomik zorluğu nasıl aşıyorsun?
Yani, ben bir edebiyatçı olarak bunu yeniden inşa etmek için büyük riskler aldım tabii. Çok iyi okullarda ders vermeme rağmen öğretmenliği bıraktım. Ekonomik zorluğu var tabii, bunu aşamıyorum tabii herkes gibi. Bilet satışları üzerinden gelen sevenlerimiz, dinleyenlerimiz ile ilerlemeye çalışıyorum.
'BAZEN MEDDAHLIĞI BIRAKIP, MODERATÖRLÜĞE GEÇİYORUM'
Mehmet, hayatlarımız pandemiden sonra epey değişti. İzleme alışkanlıklarımız vs. Ardından Türkiye'deki ekonomik kriz, insanlar bugün bir sinema, özel tiyatro bileti almakta zorlanıyor. Eğlence lüks olmuş durumda. Bu iklimde senin matinelerin dolup taşıyor. Kimler geliyor?
17-77 her kesimden insan geliyor. Ev hanımı da, üniversite mezunu da, emekliler de geliyor. Ama çoğunlukla artık okumak isteyen ve bir disipline ihtiyacı olan, kendi fikrini başkasının fikri ile çarpıştırmak isteyen insanlar geliyor. Interaktif bir ortamımız var çünkü. İnsan neden konuşmaz? Yargılanmaktan, hata yapmaktan korkar çünkü. Ama girdiği ortamda herkesin birbirine saygılı olacağını, yargılanmayacağını, fikrini rahatlıkla dile getirebileceğini bilirse rahatlar. Zaten sürekli bizi edilgenleştiren bir duygu durumu içerisindeyiz. Konuşmak, kendini ifade etmek kadar güzel bir şey var mı? Ben de sahnemde bazen meddahlığı durdurup, moderatörlüğe geçiyorum. Benim moderasyonuma güveniyorlar. O güven ortamında çok bıçak sırtı konularda bile yorum yapabiliyorlar. Düşünsene 500 sayfa roman okuyup geliyor bu insanlar, doğal olarak konuşmak istiyorlar. Henüz kitabı okumamış olan biri bile bir şey söylemek istiyor.
Modern dünyanın yalnızlığına iyi geliyor diyebilir miyiz edebiyat suaresi?
Evet, yalnızlığa da çok iyi geliyor. İnsanlar dinliyor birbirini. Hemhal oluyorlar. Bir sorunu varsa, onu bir tek kendisinin yaşamadığını, düşünmediğini görüyor ve bir bakıyorsun konuşarak tartışarak birlikte çözmeye çalışıyorlar.
Peki suarede anlatacağın kitapları, yazarları neye göre seçiyorsun? Kriterlerin neler?
Şiir ve roman üzerinden gidiyorum. Birincisi, muhakkak bir edebi değer taşımalı. İkincisi, sezonda suaresini yapacağım romancı ya da şairlerin farklı hayat görüşleri, farklı politik görüşleri olmasına dikkat ediyorum. Onları bu toplumun ürettiği fikir damarları olarak sunmak istiyorum çünkü. Üçüncüsü, sezonun bir bölümünde sadece erkek yazarları anlattıysam, bir bölümünde de kadın yazarlara yer vermeye özen gösteriyorum. Dördüncüsü, zaman dilimi önemli. 1940'lardan da seçiyorum 2000'lerden de seçiyorum. Dolayısıyla Türk yazın sanatının farklı dönemlerini konuşabilmek oldukça verimli oluyor. Son olarak da, seçtiğim eserlerin muhakkak farklı disiplinlerle bağı olması, multidisipliner bir anlatı yapmama müsade etmesi gerekiyor. Yani zengin bir sanat, şiirle, müzikle, sinemayla, mimariyle, resimle ilişkili olmalı. Tanpınar, Attila İlhan, Kemal Tahir, Orhan Pamuk mesela son dönemde bu anlamda çok ilgi çekti. Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, çok güzel akşamlar yaşadık. Dünya romanından da Kazancakis, Gabor, Marquez çok ilgi gördü...
‘İNSANLAR OKUMUYOR DEMEK KENDİ HALKINDAN ÜMİT KESMEKTİR’
*Bir yandan da 'Türk halkı okumuyor' diye bir kriter öne sürülüyor yıllardır. Senin suarenin temelinde de okuma meselesi var. Ne düşünüyorsun bu konuda? Cahil mi Türk halkı? Gözlemlerin neler?
Maalesef böyle bir aydın tipimiz var, sürekli 'Türk halkı cahildir' diye söylemlerde bulunan. Bunların söylemlerinin medyada çok köpürtüldüğünü görüyorum. Bir Türk aydınının yapması gereken bir halkın özgüvenini yıkmak mı yoksa dünyada inanılmaz şeyler olurken özgüven aşılamak mı? Esas soru bu. Ben demiyorum ki her şey güllük gülistanlık. Ancak dünyanın şu halinde, bir halkın kendini bilip, kendi dilini, kültürünü ve kuvvetli taraflarını edebiyat vasıtası ile öğrenerek bir özgüven inşa etmesi hayati önem taşıyor. O yüzden ben bu tarz aydıncıkların Türk olduğuna inanmıyorum. Ayrıca, biz doğru şekilde bir edebiyat anlattık da, Türk halkı okumadı mı? Hiç öyle bir şey yok. Benim suarelerime gelip görsünler. Bakın, Türk halkı çok duygusaldır. Bütün duygularını, savaştaki yiğitliğini de, aşktaki gönül kırgınlıklarını da, geleceğe dair umutlarını da hep şiirle anlatan bir toplumdur bir kere. Türk halkını edebiyattan bağımsız düşünemezsiniz. Türk halkı en az okuduğu dönem bile ezberinden en az on tane halk şiiri söyler. Sürekli böyle bir algı yaratıp, 'insanlar okumuyor' demek kendi halkından ümit kesmek demektir. Başka yerlere, emperyalizme şirin görünmeye çalışmaktır. Ben asla umutsuz değilim. Yıllarca dersler verdim. Yan sınıfta okunmayan kitabı benim sınıfımda okumayan öğrenci kalmazdı. Bu insanlara nasıl yaklaştığınızla, hangi üslupla anlattığınızla ilgili...
'TÜRKİYE'NİN ÇİLESİNİ AVRUPA'NIN RAHATLIĞINDAN DAHA ÇOK SEVİYORUM'
Yahya Kemal ve Yaşar Kemal'den bahsederken eve dönüşlerinin altını çizdin sohbetimizde. Sen de Cambridge gibi bir üniversitede ders almış, orada kraliyet lisesinde misafir hoca olarak ders vermiş, bazen de motora atlayıp Avrupa'yı, dünyayı gezen birisin Mehmet. Yurt dışından çok teklifler aldığını da biliyorum. Merak ediyorum, günümüzde birçok sanatçı, akademisyen yurt dışına gitmek için çabalarken, sen neden hep eve dönüyorsun?
Öğrencilikte de sonrasında da yurt dışına yerleşmek için çok fırsatım oldu evet. Ama ben burayı çok seviyorum. İlk olarak evi beklemek önemlidir. Bu kadar şikayet eden insanlar içerisinde evi beklemeye de ihtiyacımız var. Ben evi bekliyorum. İkincisi, Avrupa'da daha kolay bir hayatım olabilirdi elbette. Ama ben Türk edebiyatçısı, Türkoloğum. Bir Türk edebiyatçısı için dünya üzerinde yaşamak için İstanbul'dan daha güzel bir yer yoktur. Üçüncüsü, gezmeyi çok seviyorum evet, Avrupa'nın Batı'nın edebiyatını, şehirlerini, müziğini de çok iyi biliyorum ama beslendiğim, beni ben yapan her şey burada. Ben Türkiye'nin çilesini Avrupa'nın rahatlığından daha çok seviyorum.