Karanlık bir geçmişi aydınlığa taşımak için önce o karanlıkla yüzleşmek gerekir; çünkü yalnızca hatırlanan ve yeniden anlamlandırılan acılar geleceğin umutlarına dönüşebilir.
8 Aralık 2024’te sona eren Suriye’nin 13 yıllık iç savaşı, yalnızca bir rejimin devrilmesiyle değil, halkın dayanışma ve cesaretinin zaferiyle tarihe geçti. Ancak bu zafer, ağır bir bedel karşılığında kazanıldı. Birleşmiş Milletler verilerine göre, savaş sırasında 500 binden fazla insan hayatını kaybetti (gerçek rakamların daha yüksek olduğu düşünülüyor), 6.8 milyon kişi ülke içinde yerinden edilirken 5.5 milyon kişi mülteci olarak başka ülkelere sığındı. İdlib, Hama, Halep, Humus gibi şehirler tarih boyunca hiç görmediği yıkımlara maruz kaldı. Yıkılan sadece şehirler değil, insanlar arasındaki bağlar, ortak hayaller ve bir arada yaşama iradesiydi. Bu kayıplar, savaşın fiziksel, ruhsal ve sosyal maliyetinin ne kadar ağır olduğunu gösteriyor.
KIRILGAN BARIŞ
Zafer, büyük bir cesaretle kazanıldı; ancak bedel ağır, barış ise hâlâ çok kırılgan. Dağılan bir toplumun her parçası bir başka yarayı taşır ve her yara sessiz bir çığlık gibi bir başka kırılmanın hikâyesini fısıldar. Şimdi, bu parçaları bir araya getirip bir ulus kurmak için sabır, empati ve sarsılmaz bir irade gerekiyor. İnsanlar yaralarını saklar, sakladıkça içlerinde büyütür; oysa iyileşmek, ancak acıyı paylaşarak mümkün. Suriye halkı için bu iyileşme, derin yaralarını kabul etmekle ve onlarla yüzleşmekle başlayacak. Ancak böyle bir yüzleşme, yalnızca güçlü liderlikle değil, aynı zamanda uluslararası dayanışma, toplumsal kapsayıcılık ve derin bir insani çabayla gerçekleşebilecek.
GEÇMİŞİN ACILARINDAN ORTAK KİMLİĞE
Esad ailesinin 61 yıl boyunca sürdürdüğü despotik Baas rejimi ve iç savaş, yalnızca insanlara ve şehirlere değil, Suriye’nin toplumsal kimliğine de büyük zarar verdi. Şimdi bu travma enkazının ortasında, geçmişin küllerinden bir ulus inşası gibi çok zor ama vazgeçilmez bir görev duruyor.
Travmatik yaralar zamanla unutulmaz; ya insanı tüketir ya da onu dönüştürür. Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilen ve toplumsal travmalar üzerine yaptığı öncü çalışmalarla tanınan Vamık Volkan’ın belirttiği gibi, büyük travmalar bir toplumun kimliğini ya parçalara ayırır ya da onu yeniden şekillendiren, “büyük grup kimliğini” kuran bir harç, büyük bir fırsat haline gelir. Suriye’nin tarihi, bu kırılma noktasında bir yön seçmek zorunda: Geçmişin acılarını gömmek mi, yoksa o acılardan ortak bir hikâye, bir ulusal kimlik inşa etmek mi?
Volkan’ın “seçilmiş travma” kavramı, bu karanlık mirasın nasıl birleştirici bir güce dönüşebileceğini gösteriyor. Seçilmiş travma, toplumun derin yaralarını kabul ederek, bu acılardan ortak bir tarih, bilinç ve dayanışma yaratması. Suriye’nin yaraları, eğer doğru bir şekilde anlamlandırılırsa, halkın “biz” duygusunu yeniden inşa edebilir. Ancak bu kolay bir yol değil. Çünkü her travma, aynı zamanda unutulmaya direnen bir hayalet gibi; onu susturmak yerine onunla konuşmayı öğrenmek gerekiyor.
"BİZ" VE "ONLAR" AYRIMINI AŞMAK: SEMBOLLERLE İYİLEŞME
İç savaşın en acımasız darbelerinden biri toplumsal bağları koparması. Komşular birbirine düşman olur, sokaklar, mahalleler ve bir şehir bin parçaya bölünür. Şimdi, Suriye’nin yeniden birleşmesi için bu ayrımları aşmak, herkesi aynı hikâyenin bir parçası olarak görmek gerekiyor. Ama bunu söylemek kolay, yapmak zor. Çünkü insanlar acılarının yalnızca kendilerine ait olduğunu düşünür; bir daha kimsenin anlamayacağına, hatta anlamayı hak etmediğine inanırlar. Acı, bir süre sonra insanın en mahrem hikâyesine, kimsenin dokunamayacağı bir yara izine dönüşür.
Bu nedenle, bir komşunun yitirdiği evlat, diğerinin kaybettiği kardeşle eşit görülmez; her trajedi, kendi içinde birer duvar olur. Ama o duvarları yıkmadıkça gerçek iyileşme mümkün değildir. Gerçek iyileşme, ancak acıların ortak olduğunun fark edilmesiyle başlar. Çünkü komşunun gözyaşı, kendi gözyaşının yankısıdır; bir başkasının kaybı, insan olmanın ortak kaderidir. Suriye’nin geleceği, insanların kendi acılarından çıkıp birbirlerinin hikâyelerini duymasıyla inşa edilecek. O hikâyeler duyuldukça, bir kez daha "biz" denebilecek; bir kez daha aynı gökyüzü altında birlikte yürünebilecek. Belki o zaman, acılar yalnızca birer iz olmaktan çıkar; insanları birbirine bağlayan bir hafıza haline gelir. İnsan insanın yurdu olur.
Toplumun yeniden birleşmesi, yalnızca sözlerle değil, sembollerle de mümkün. Halep’in meydanına dikilecek bir barış anıtı, yıkılmış bir geçmişi onarabilir mi? Belki hayır. Ama o anıt, sadece yıkımı hatırlatmakla kalmayacak; aynı zamanda orada kalan dayanışmayı ve birlikte yaşama iradesini de simgeleyecek. Almanya’nın Holokost sonrası anıtları gibi, Suriye’de inşa edilecek hatırlama mekanları, geçmişi bastırmak yerine, onu anlamlandırarak topluma bir öğrenme ve iyileşme alanı sunabilir. Çünkü bir anıt, sadece taş ve beton değildir; bazen bir halkın travmalarını sessizce anlatan bir güç olabilir. Halep’te bir anıt ya da Humus’ta bir hafıza müzesi, yalnızca fiziksel bir mekan değil, aynı zamanda toplumsal iyileşmenin ve yeniden bağlanmanın bir aracı olacaktır. Bu semboller, acıları bastırmak yerine onlarla konuşma fırsatı sunacaktır. Bütün mesele insanları düşündürebilmektir.
SURİYE’NİN UMUDU
Suriye halkı, bu enkazdan bir ulus kurabilir mi? Bu sorunun cevabı yalnızca liderlerin değil, halkın kendi hikâyesini yazma cesaretinde gizli. Çünkü hiçbir ulus, kolay zamanlarda doğmaz. Büyük milletler tarih sahnesine, en acımasız savaşların, en derin travmaların içinden çıktılar. ABD’nin iç savaşı, Almanya’nın Holokost sonrası yüzleşmesi ve Güney Afrika’nın apartheid rejimiyle hesaplaşması, 1994’teki soykırımın ardından Ruanda’nın onarıcı adalete başvurması ve daha nice örnek geçmişin acılarından yeni bir ulusal kimlik yaratmanın mümkün olduğunu gösteriyor. Her yara sağlam bir hikayedir.
Bu örneklerden çıkartabileceğimiz en büyük ders, acıların unutulmadığı ve birleştirici bir hikâyeye dönüştürüldüğünde bir ulusun doğum sancısı olarak hatırlanacağıdır. Suriye de bu acılardan bir dayanışma ve birlik hikâyesi yaratabilir. Ama bu inşa, geçmişe sünger çekilmesiyle değil, ancak o geçmişin anlamlandırılmasıyla mümkün olacak.
İNSANİ YARDIM VE KALKINMANIN ROLÜ
Suriye İç Savaşı boyunca uluslararası toplum, insani yardım çabalarını sürdürmek için büyük bir özveriyle çalıştı. Halep’te sıcak çatışmalar sürerken bile insani yardım örgütleri, açlık çeken milyonlara gıda ulaştırdı. Deyrizor’da su kuyuları açıldı, kırsal bölgelere sağlık hizmetleri sağlandı. Savaş sırasında pek çok kuruluş, Suriye halkının en temel ihtiyaçlarını karşılamak için sahadaydı. Beyaz Kasklılar (Suriye Sivil Savunması), özellikle muhalefet kontrolündeki bölgelerde enkaz altından kurtarma operasyonları düzenleyerek on binlerce hayat kurtardı. Gönüllülerden oluşan bu grup, savaşın en yoğun dönemlerinde bile insan yaşamını kurtarmaya odaklandı.
Bu süreçte, Türkiye’nin tarihi rolü, yalnızca bir komşu ülkenin sınırlarını açmasından ibaret değildi. Türkiye, dünyanın en fazla Suriyeli sığınmacıyı kabul eden ülkesi olarak bu insanlık dramının en büyük yükünü omuzladı. 3,3 milyondan fazla Suriyeli, Türkiye’de barınma, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim buldu. Halep’ten İstanbul’a uzanan bu yolculuk, yalnızca bir coğrafi geçiş değil, aynı zamanda bir dayanışma hikâyesiydi. Türk Kızılay, sınır bölgelerinde ve Suriye içinde barınma, gıda ve sağlık hizmetleri sağlarken, Türkiye’deki sığınmacılara yönelik kapsamlı destek programları yürüttü. İHH İnsani Yardım Vakfı vb. birçok kuruluş ve inisiyatif, savaş mağdurlarına yönelik ayni-nakdi yardımlar, konut projeleri, eğitim çalışmaları ve çocuklara yönelik programlarla dikkat çekti. Türkiye, hem hükümet hem de sivil toplum düzeyinde, Suriyeli sığınmacılara insanlık onurunu koruyan bir yaşam sunmaya çalıştı.
Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Kızılhaç ise insani yardım koridorları oluşturma, gıda ve sağlık hizmetleri sağlama gibi operasyonlarla savaşın yükünü hafifletmeye çalıştı. Ancak savaşın sona ermesi, bu çabaların da sona ermesi anlamına gelmemeli. Çünkü acı diner, yoksunluk kalır; savaş biter, yaralar konuşmaya devam eder. Şimdi bu destek daha geniş, daha kapsamlı ve daha sürdürülebilir bir hale getirilmeli. Savaşın izlerini silmek, ancak uluslararası destekle mümkündür.
KALKINMA VE DAYANIŞMA: YENİ BİR SÜREÇ
Savaş sonrası dönemde insani yardım, kısa vadeli bir müdahaleden çok, uzun vadeli kalkınma projeleriyle birlikte ele alınmalı. Halep’in çocuklarının okula kazandırılması, bölgedeki tarımsal üretimin yeniden canlandırılması, Humus’un enerji altyapısının modernize edilmesi gibi projeler, yalnızca fiziksel yaraları değil, toplumsal dokuyu da iyileştirmeye yönelik olmalı. Türkiye’nin Suriyeli sığınmacılara yönelik sağladığı eğitim ve mesleki beceri kazandırma projeleri, bu kalkınma anlayışının bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Bir çocuk okuluna döner, bir kadın yeniden üretir, bir aile yeniden hayata tutunursa, sadece kişiler değil, toplumlar da iyileşir.
Bu süreçte, Irak ve Afganistan’dan alınan dersler kritik bir yol gösterici olabilir. Irak’ta, 2003 sonrası yeniden inşa sürecinde devlet kurumlarının tasfiyesi ve güvenlik boşluğu, toplumsal kaosa ve yeni çatışmalara yol açtı. Afganistan’da, 2001 sonrası ulus inşa çabaları, yerel dinamiklerin göz ardı edilmesi ve yetersiz kalkınma projeleri nedeniyle istenilen başarıyı elde edemedi. Bugün Afganistan’da insani kriz hâlâ devam ediyor ve despotik bir yönetim altındaki ülke, dış müdahalelere bağımlı bir ekonomik yapıdan çıkamıyor. Bu iki örnek, Suriye’nin yeniden inşa sürecinde yapılması gerekenlere dair önemli ipuçları veriyor. Yardımlar yerel halkın ihtiyaçlarına uygun şekilde tasarlanmalı, yerel yönetimler sürece dahil edilmeli ve ekonomik bağımsızlık için adımlar atılmalıdır.
Halep’in harap olmuş sokaklarında bir okul açmak, yalnızca fiziksel bir bina inşa etmek anlamına gelmez; aynı zamanda o binayı dolduracak umut dolu zihinlere yatırım yapmak demektir. Türkiye’nin bugüne kadar gösterdiği fedakarlık ve insaniyet, bu sürecin temel taşlarından biridir. Ancak bu yük, sadece bir ülkenin sırtına bırakılmamalıdır. Eğer dünya, Suriyeli halkın çektiği acılardan bir ders çıkarmak istiyorsa, bu dayanışmayı sürdürülebilir kılmalı ve Suriye’nin yeniden inşasında sorumluluk almalıdır.
ÖNCE HASSAS GRUPLAR
Suriye’de savaş sonrası insani yardım ve yeniden inşa sürecinin odağında, toplumun en savunmasız kesimlerinin yer alması bir tercih değil, zorunluluktur. Çocuklar, kadınlar, engelliler ve yaşlılar, savaşın getirdiği yıkımdan en çok etkilenen gruplar olarak, aynı zamanda toplumun iyileşme sürecinin de en kritik barometreleridir. Bu gruplara yönelik çok boyutlu psikososyal destekler, yalnızca bireysel iyileşmeyi değil, toplumun kendi kendine yardım etme ve dayanışma kapasitesini artırmayı hedefleyen psikososyal güçlendirme çabalarının merkezinde yer almalıdır.
ÇOCUKLAR İÇİN UMUT İNŞASI
Savaş, çocukların hayatlarında derin yaralar bırakır; onların güven duygusunu, öğrenme becerilerini ve geleceğe dair umutlarını sarsar. Bu yaraları sarmak, yalnızca onların bireysel iyiliği için değil, toplumun geleceği için de hayati öneme sahip. Çocuklara yönelik eğitim ve psikososyal destek programları, travmanın etkilerini azaltmaya ve onları hayata yeniden bağlamaya yardımcı olabilir.
Amaç yalnızca bir çocuğu okula döndürmek değildir; o çocuğun zihninde umut için bir pencere açmak, güvende olduğu hissini kazandırmak esas meselelerdir. Yaratıcı terapi yöntemleri, grup oyunları ve sanat odaklı programlar, travma sonrası çocukların kendilerini ifade etmelerine ve güvenlerini yeniden kazanmalarına olanak tanıyabilir.
KADINLAR: TOPLUMUN YENİDEN İNŞA EDİCİLERİ
Kadınlar, savaş sırasında ve sonrasında çoğu zaman toplumun en büyük yükünü taşıyan kesimdir. Ailelerini ayakta tutan, çocuklarını hayatta tutmaya çalışan ve dayanışma ağlarını örmekte hayati bir rol oynayan kadınlar, aynı zamanda yeniden inşa sürecinin de taşıyıcılarıdır. Kadınların ekonomik olarak güçlendirilmesi, liderlik süreçlerine dahil edilmesi ve karar alma süreçlerine aktif katılımlarının sağlanması, yalnızca kadınların değil, toplumun tamamının iyileşmesine katkı sağlayacaktır.
ENGELLİLER VE YAŞLILAR
Engelliler ve yaşlılar, savaşın gölgesinde en çok unutulan ancak en çok ihtiyaç duyan gruplardır. Onların topluma tam ve eşit katılımını sağlamak, yalnızca bir yardım meselesi değil, toplumsal ahlakın gereğidir. Erişilebilir sağlık ve bakım hizmetleri, mobil destek ekipleri ve toplum temelli programlar, bu kesimlerin günlük hayata yeniden entegre olmalarını sağlar. Bu süreçte, engellilerin ve yaşlıların yardımın ulaştığı güçsüz mağdurlar değil, aynı zamanda toplumun değerli bir parçası olarak kabul edilmesi önemli.
Suriye’nin yeniden inşası sürecinde, hassas koşullar altındaki gruplara sağlanacak desteklerin kişilerin yanı sıra topluma kazandıracağı dayanışma ruhu, uzun vadeli barış ve istikrar için temel oluşturacak. Bu yüzden, toplumun en güçsüz üyelerinin sesi, bu iyileşme hikâyesinin başlangıcı olmalıdır.
İNSANLIĞIN ORTAK SORUMLULUĞU
Suriye’nin yeniden inşası, yalnızca Suriyelilerin değil, tüm insanlığın ortak sorumluluğudur. Suriyeli insanlar, savaştan ve zulümden kaçarken 13 yılda dünyanın dört bir yanına dağıldı; yalnızca kendilerini değil, aynı zamanda acılarının tanıklığını da taşıdılar. Onların hikâyeleri, bu trajediyi bilen her toplumun üzerine ahlaki bir sorumluluk yükledi. Çünkü acıyı işitmek, onu paylaşmayı ve onunla yüzleşmeyi gerektirir. Eğer dünya, Halep’ten Şam’a kadar uzanan sokaklarda barışı kalıcı hale getirmek istiyorsa, insani yardım ve kalkınma çabalarını artırmalıdır. Yıkıntıları kaldırmak değil, o yıkıntıların ruhlarda bıraktığı boşluğu doldurmak, insaniyetin gerçek sınavıdır.
Tarih, savaş sonrası yapılan hataların ve başarıların izlerini birer öğüt gibi bırakmıştır. Irak ve Afganistan’ın yalnızlığı, Ruanda ve Güney Afrika’nın umut veren çabaları… Bu izlerden ders almak, Suriye’nin karanlıktan çıkıp umutla aydınlanmasını sağlayacaktır. Çünkü her yara, doğru bir elle sarıldığında iyileşir; ama yarayı görmezden gelmek, onu yeniden açmaktan başka bir işe yaramaz.
Şimdi sıra daha zor görevde: Yaraların üzerine yalnızca kırılgan bir barışı değil, anlayışı, dayanışmayı ve güveni örmek. Suriye halkının kendi hikayesini yazmasına alan açmak, bu hikâyeyi onlara bırakmak. Elbet, ölüler bir gün uyanır, yaralar bir gün iyileşir. Gün gelir, Suriye’nin hikayesi de karanlığın içinde kıvılcımlanan bir ışık olur.
TARIK TUNCAY KİMDİR?
1977, Elazığ doğumlu olan Sosyal Hizmet Uzmanı Tarık Tuncay, 2000’den beri Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet Bölümü’nde öğretim üyesi. Çocuk hakları, çocuk-aile politikaları, sosyal refah hizmetleri yönetimi, hassas koşullar altındaki gruplara yönelik psikososyal müdahaleler ve afet yönetimi konularında çalışmalarını sürdürüyor.