ESOGÜ İlahiyat Fakültesi Kelam Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Namık Kemal Okumuş “Vahiy sayesinde sisteme alınan ecel ve ömür kavramları, insanın biyolojik sürecini ilgilendiren evrensel bir hususiyet olmalıdır” diyor.
Daha ilk adımda deklere etmemiz gerekir ki, insan, mutlak surette özgür bir varlık olarak halk edilmiştir. Bu sebepledir ki, onun hesaba çekileceği alan, seçim yapan kabiliyeti durumunda var edilen iradesi sayesinde işleme alınan basamaklardan oluşmaktadır. Nitekim zaman içinde insana değer katan bu aşama, aynı zamanda onun hesaba çekilecek durumda aktive olduğunun da açık beyanı hükmündedir.
Buna rağmen, ‘iradî özgürlük’ yeteneğini işlevsiz kılmak suretiyle insan ve toplumu sistem dışına alan ‘kutsal gelenek’ perspektifi, zaman içinde özgür varlık olan beşeri ‘robotik tekrarı ifşâ eden muhatap’ haline getirmiştir. Bu sebeple, hemen her kesimde, özellikle de dindar branşlarda bireysel ve de toplumsal sorumsuzluğa kapı aralayan yazgı yani; kader, kaza, rızık ve ecel anlayışının vahiy özelinde yeniden kritik edilip sünnetullah kapsamında olduğu gibi lanse edilmesi de gerekmektedir.
Yaşanılan dünyanın var edilen gerçekliğe yakın durması adına, daha ilk adımda öne alınacak yaklaşım, dünden aktarılan ezberlerin insana önerilen vahiy kapsamında yeniden ele alınmasıdır demek durumundayız. Buna göre, olanı anlama adına gereken adımın atılması, yalnızca konu hakkında çalışma yapan bilim insanının tavrı değil, O’nun muhatabı olan hemen herkesin gerekli vazifesi olsa gerektir.
Vahyin deklere ettiği kadarıyla dinin asıl amaçlarından birisi, ‘insanları dünya ve Âhiret hayatında mutluluğa ulaştırmaktır.’ Hedef kitlesinde bu amacın mâkes bulduğunu görmek, şarînin maksadının tahakkuk edildiğinin açık bir işareti sayılmalıdır. Bu nedenledir ki, uzun süreden beri halkın dinsel algısını meşgul etmiş olan bazı problemler, işi sisteme alan paradigma değişikliği ile yeniden ele alınmalıdır demek durumundayız.
Geleneksel algının insanlık üzerinde tahkim edilen hâkim eğilimine göre, dünya üzerinde halk edilen kişilerin iradî sorumlulukları bulunmamaktadır. Onları sisteme alan asıl unsur, daha ilk adımda yazılan kader olgusudur. İnsanın ve dahi diğer varlıkların bu tespitin dışında adım atması söz konusu dahi değildir. Gariptir ki, bu yaklaşım, Hak Din’in değil, zaman içinde onun yerine geçen beşer dinselliğinin bir parçasıdır.
Bunun dışında olan ecel, ömür ve ölüm zamanları, nokta belirlenime tâbi olduğundan, bunun hesabının olması, ancak yaratılan fiilleri tercih etmekle açıklanmaktadır. Hâlbuki bunun anlamsız olduğu da açıkça ortada durmaktadır. Bu nedenledir ki, yapıp etmelerinden sorumlu olan bir insan algısı geliştirmek istiyorsak, kültür coğrafyamızda baskın bir yeri olan ecel kavramını ‘ezelî takdir’ formunun dışında algılamak da gerekmektedir. Ve dahi, Kur’an’ın temel verilerini de bu çerçevede ve de geleneksel bagajlardan bağımsız olarak anlamak zorunda olduğumuzun bilincini de taşımak durumundayız.
Eğer ki, olgusal durumun sağlıklı bir şekilde anlaşılması adına, yasal prosedürle iş gören ecel süresini ‘insan cinsine verilmiş olan potansiyel imkân’ olarak ele alabilirsek, bu sürenin, dünya hayatında yaşanması gereken muhtemel süre olduğu kanaatine de varabiliriz. Konuyla ilgili olan ömür ise, ‘şartlar muvacehesinde insanın yaşadığı süre’ olarak bilinmelidir ki, insanın bu süreden mutlak manada sorumlu olduğu fikrine de ulaşılabilsin.
Vahye muhatap olan insan nezdinde açıkça bilindiği üzere, iradeli varlık olan insanın hesabı, yalnızca kendi isteğiyle sisteme alınan uygulamalardır. Öyle ki, geleneksel algıda etkin durumda işleme alınan dinsel kabullerin Yüce Allah’ın muhatabı olan insan için özgürlükçü ve de sorumluluğa uygun bir tarzda dile getirilmediği de açıkça izlenebilmektedir. Daha ziyade ‘ezelî yazgı’ tarzında işleme alınan bu kabulün bireysel olan karşısında takındığı katı tutum, uzun zamandır ezbere dönüştürülen kader sorununun kendisi olmuştur denilebilir.
O sebeple, daha ziyade özgürlük karşıtı olan ekollerin sisteme aldığı yazgı sürecini anlama adına devreye alınacak olan ilk basamak, insan irade ve yeteneğinin etkin olduğu alanların sisteme alınmasıdır. Bu adım atılacak olursa, sorumluluk ve yetenek ile hesap sorma gereğinin daha yakından bilinmesi de kolaylaşabilecektir. Bu nedenle; “Ecel ve ömür süreleri ezelî tespite mâtuf bir zaman dilimini mi ifade eder, yoksa insanın uhdesine verilmiş olan iradî bir değeri mi deşifre eder?” sorusunun anlaşılması adına, din-bilim ilişkisinin mâkul bir yaklaşımla gündeme gelmesi de gerekli durmaktadır.
Olanı anlama adına kolaylıkla açık edilecek husus, ‘olması gerekeni söyleme’ yerine, uzun zamandır ‘söyleneni olanın yerine koyma’ çabası olduğu şüphesizdir. O sebepledir ki, üretilen problemin çözümü adına görev yüklenen bireyin zaman içinde ezberlerini deşifre eden kabule yakın durduğu da açık edilmelidir. Zira özellikle meslekî alanda faaliyet gösteren bilim insanlarının büyük çoğunluğunun olası ezberden hareket eden kabullerle yola çıktığı da kolaylıkla gözükmektedir. Onların yaptığı bu iş, dünden kalan kabullerin eleştirisinden çok, onu izah eden bireysel, grupsal ya da toplumsal savunulara yol vermeleri olsa gerektir.
Oysaki bilim denilen tabiat yasası keşfinin Yüce Allah’ın sistemleştirdiği yasal prosedür olan sünnetullah kapsamında incelenmesi, insan denilen muhatabın gerekli adımı olması gerekmektedir. Eğer ki, insanı normalleştiren bu adım atılacak olursa, önyargı sayesinde sorun çözmeye adanan ömürlerin keşfi de kolaylıkla sisteme alınacaktır. Ancak, yaşanılan durumu anlama adına gerekli durumdaki sağlıklı bir izah yapabilme adına, önyargı ve ezberden uzak durması gereken bilim insanının özellikle dinî konularda geniş bir alanı temerküz eden yaklaşımlara yakın durması da elzem gözükmektedir.
Gariptir ki, insanı ilgilendiren basamaklardan olan ecel konusu ise tam da bu algının merkezinde yer alan bir özgürlük problemdir. Mamafih, klâsik İslâm kültürü içerisinde ezelî takdire mâtuf bir tarzda ilâhî kader çerçevesinde ele alınmış olan ecel meselesi, insanı ve onun iradeli eylemlerini doğrudan ilgilendiren bir sorun olarak görülmediği için, meselenin anlaşılması bütünüyle zorlaşmıştır denilebilir. Bu nedenle, adı geçen sorunun insan sorumluluğu çerçevesinden yeniden ele alınması gerekmektedir kanaatindeyiz.
Zira insanın özgürlüğü ve hesap verebilirliği açısından ele alınacak olan ecel konusu, halkın sorularını da sorumluluk ilkesi bağlamında mâkul ve mantıklı bir cevaba ulaştıracaktır. Bu nedenle, geleneksel kodları itibariyle ‘kaderci’ bir yapıda ihdas edilmiş olan ecel algısı, sağlıklı olma adına mutlak surette Kur’anî çerçeveye dâhil edilmesi de gerekmektedir. Devamında ise, ilgili anlayışın temel vurgularını hesap veren insan modu üzerinden işlemek, zaman içinde üretilen sorunu çözmek için yeterli bir aparat olacaktır. Öyle ki, bu konuda yapılacak olan bir paradigma değişikliği, insanın iradeli yapıp etmelerini merkeze alacağı için, konu hakkında sorulmuş olan pek çok sorunun cevabını da deruhte edecektir.
İşi bilenler ya da bilmesi gerekenler nezdinde yapılan ve ‘dinî bilgi’ segmentinde öne alınan ‘Kelâm Anabilim Dalları Koordinasyon Toplantısı’ süreçlerinde dahi tartışma konusu edilen bu yaklaşım, kolaylıkla tespit edildiği kadarıyla, dünden kalan ezberle yola çıkan izahlara yakın durduğu da açıkça gözükmektedir. O sebepledir ki, bilimsel disiplin gereği işi bilenlerden ziyade grubun temsilcisi sayesinde cevaba dökülen izahlar, ‘grup zihniyeti’ ve de ‘ezberci yaklaşım’ gereği dünden devralınan açıklamayı sisteme taşımaktadır. Üstelik teknik anlamda ‘halkın soruları bağlamında günümüz problemleri’ tarzında işleme alınan hususların zaman içinde dünden taşınan ezberle iş gördüğü de kolaylıkla tespit edilebilmektedir.
Nitekim düşünen ve de sorgulayan insan tarafından siteme alınan: “Ecel nedir?, Ömür kısalır ya da uzar mı?, Ecel uzamaz mı?, Sigara veya içki içenlerin ömürleri kısalmaz mı?, Ecel ve alın yazısı nedir?, Alınyazımız değişir mi?, Cenâb-ı Allah, O ki, her şeyi o yaratmış ve O ki, kimin ne zaman öleceğini şüphesiz bilendir. Ve bununla birlikte kimin küllî irade dâhil olmak üzere Cennete gireceğini, kimin de Cehenneme gireceğini şüphesiz bilmektedir. Durum böyleyken, mademki kimin Cennete kimin Cehenneme gireceği Cenâb-ı Allah tarafından bilinmektedir, ben de buna rağmen dünyanın yaratılış gayesini öğrenmek istiyorum?, Kur’an-ı Kerim’de ecel ile ilgili ayetlerde herkesin tek bir eceli olduğu bir an ileri ya da geri alınmayacağı ifade ediliyor. Buna göre, dünyadaki yaşam süremizi Allah küllî iradesi ile mi belirliyor, yoksa biz cüzî irademizle mi belirliyoruz?, Bir insanın intihar etmesi ecel kapsamına girer mi? Girmezse neden girmez?, 6 aylık oğlum vefat etti. Sebebi hala bilinmiyor. Doktorlar sadece tahmin yürütebiliyor. Muhtemelen ilaç alerjisi diyorlar. Erken tedavi edilseydi oğlum kurtulabilirdi. Öyleyse biz tercihlerimizle eceli değiştirebilir miyiz?” soruların dikkatle ele alınması, gerçeğin keşfi adına ‘gerekli işlem’ gibi durmaktadır.
Benzer şekilde: “Ecelin belli bir müddeti var ve her insanın ecelini Allah belirlemiştir. Bunu geri ya da ileri almak mümkün değildir. Peki, aynı durum kişinin evliliği için de geçerli midir? Yani bir kişinin kiminle evleneceği önceden değiştirilemez bir şekilde Allah tarafından seçilmiş belirlenmiş midir? Kısacası nasipse olur sözü doğru mu? Yoksa sadece bizim tercihimizle mi oluyor?, Bir katilin maktulü öldürdüğü an maktulün ecel anı mıdır? Veya bir trafik kazası sonucu ölen bir kişi bu kazada ölmeseydi yine ölecek miydi?, Ömür uzar mı? Biri sigara içse ya da içmese aynı zaman da mı vefat eder?, Kadere imanın İman Esaslarından olduğunu biliyoruz. Acaba kaynağı nedir?, Rızık artar ve eksilir mi? Eğer artar ve eksilirse rızkı artıran ve azaltan davranışlar nelerdir?...” gibi soruların cevabının alınması için ‘âdil Tanrı’ ve ‘sorumlu insan’ kavramlarının hakkaniyetle açıklanması, akleden insan için her daim ‘zorunlu adım’ noktasında devreye alınması gerekmektedir.
Kanaatimizce, insanı doğrudan ilgilendiren kader ve ecel konusu, genel prosedür anlamında ifade edilen ‘ezelde tayin ve tespit edilmiş’ olan kader konusu içerisinde değil, insanın hesabı gereği işleme giren katkısı ve de sorumluluk bandı içerisinde ele alınmalıdır. Zira Yüce Allah, yaşam kareleri itibariyle ömrünü nerede harcadığından hesaba çekeceği insanı, kendi eylemleri dışındaki bir harcamadan sorumlu tutmaz kanaatindeyiz. Üstelik O’nun sisteme aldığı adalet ilkesi gereği, ömrü tüketme yani zamanı harcama kişisel irade dâhilinde olması gerekir ki, eylemin failinden hesap sorulabilsin.
İş bu nedenledir ki, hayatın bütün sinir uçlarını dokunan bir ecel algımızın oluşması gerekmektedir. Geleneksel kurgunun dışında, hem insanî, hem de Kur’anî bir formda yeniden ele alınıp, halkın sorularına da cevap teşkil edecek bir formda sunulabilecek ecel kavramı, bu konudaki kafa karışıklıklarına da son verebilecektir kanaatindeyiz. Mamafih, mesele hakkında sisteme girecek olan tebliğlerin ana arterlerinin bu minval üzere ilerleyecek olması hasebiyle, etkin ve de özgür varlık olan insanın zaman içinde üretilen sorununu çözebileceğini de her daim düşünmekteyiz.
Gelinen bu aşamada, zaman içinde devreye alınan teknik bir yanlışı ya da olası kavramın anlamının değişiminden de bahsetmek durumundayız. Buna göre, vahyin deklere ettiği kader ve kaza terimi, sünnetullah bağlamında işleyen yasal prosedür anlamına gelmektedir. Ayrıca, insan denilen etkin muhatabın irade yeteneğini sisteme alan ‘küllî irade’ yani genel karar verme yeteneği ile ‘cüzî irade’ yani onun isteğine bağlı durumda iş gören olası tercihlerin yalnızca beşer için aktif olduğundan haberli olunması da gerekmektedir.
İşte son derece anlamlı olan bu nedenlere mebnî olmak üzere açıkça ifade edebiliriz ki; vahiy sayesinde sisteme alınan ecel ve ömür kavramları, insanın biyolojik sürecini ilgilendiren evrensel bir hususiyet olmalıdır. Zira işi bilenlerin ömürden ayırdığı bu aşama, vahyin açıkça dile getirdiği bir sürece tekabül etmektedir. Aksi durumlarda ise, dinin gereği olan olası hesabın anlamından bahsedilemez bir noktaya da varılacaktır ki, bahsedilen yaklaşım, kaynağı itibariyle vahyin merkeze aldığı ‘beşer sorumluluğu’ anlamına gelmeyeceğini açık edecektir demek durumundayız.
Netice olarak denilebilir ki, yaşamları içerisinde muhtemel ecellerine ulaşamayan her insan, olası menfî sebeplerden yargılanacak ise, bu durum, insanı merkeze alan ‘İlâhî beyan’ hükmündedir dememize de kolaylık sağlayacaktır. Üstelik yaşanılan ortam gereği her dem gelinen bu aşama, ilgili kavramın insanın yapıp etmeleri içerisinde değerlendirilmesi gerektiğinin yeter koşulu olduğunu da haber verecektir. Nitekim son derece teknik yani sünnetullah kapsamında işleyen bu yasal süreç, ‘İlâhî adalet’ gereği insanın bunun sonuçlarından yargılanabilme şıkkını da devreye almaktadır.