Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi İlhami Güler “Toplum olarak vicdan diriltmeye ve iman tazelemeye ihtiyacımız var” çağrısında bulunuyor.
Evrensel hak dininin özü vicdani duyarlılık (merhamet-adalet) ve Tanrı ile canlı-doğru bir iman ilişkisidir. Yani hasbi ve muhasibi olmaktır. Peygamberler, bu özü tebliğ etmişlerdir. Peygamberlerin ölümünden sonra kutsal kitapta söylenenleri halka açıklamak ve anlatmak için bir “Âlimler” grubu (3/7, 4/162, 26/197, 35/28); bir de mabette (Havra-Kilise) ibadetleri yönetmek için “Din-adamları (Haham-Rahip)” grubu ortaya çıkmıştır. Müminler, politik olarak örgütlenince (Devlet), dini de kurumsal olarak örgütleyip bir din bürokrasisi yaratmışlardır. Bundan sonra din, asli işlevini yerine getirmenin yanında: 1- Politik iradeyi meşrulaştırma; 2- Din adamlarının sömürü aracına dönüşmüştür. Erich Fromm, bu durumu şöyle tasvir eder: “Bütün büyük dinler, bir “din bürokrasisi”nce yönetilen kitlesel kurumlar haline gelir gelmez, özgürlük ilkelerini çiğnemeleri ve saptırmaları, bu dinlerin bir trajedisidir. Dinde örgütlenme ve bu örgütlenmeyi “temsil” eden insanlar (din adamları), bir ölçüde, ailenin, kabilenin ve devletin yerini alırlar. İnsanı özgür bırakmak yerine; tutsak ederler. Artık “Tanrı”ya değil, onun adına konuştuğunu iddia eden topluluğa tapınılmaktadır. Bütün dinlerde bu yaşanmıştır.” (Erich Fromm, Psikanaliz ve Din. Çev: Ş. Alpagut. İst. 1990. S. 82) Resmen (Vahiy yolu ile) görevlendirilmesinin dışında bir insanın, “Tanrı” adına konuşması veya dinsel-ahlaki “Hakikat”i kesin olarak bildiğini iddia etmesi, din açısından dehşetengiz bir şeydir: “Cahil, cesur olur.”
Yahudilikte ortaya çıkan bu durumu, Hz. İsa, Matta İncil’inin 23. Babında 12 paragraflık uzun bir konuşmasında şiddetle eleştirmiştir. Örneğin, birinde şöyle diyor: “Vay halinize ey din adamları (Ferisiler)! İkiyüzlüler! Siz nanenin, anasonun ve kimyonun “öşür”ünü verirsiniz de, Kutsal yasanın daha önemli yönleri olan adalet, merhamet ve sadakati ihmal edersiniz. Oysa öşürü vermeyi ihmal etmeden, asıl bunları yerine getirmeli idiniz. Ey kör kılavuzlar! Sivrisineğin yağını süzer (Ritüel-şekilcilik-İG); Deveyi hamutu ile yutarsınız. Bardağın ve çanağın dışını temizlersiniz; ama bunların içi açgözlülük ve taşkınlıklarla doludur. Sen önce, bardağın ve çanağın içini temizle ki, dıştan da temiz olsunlar”… (Matta. 23. Bab. Ayet: 23-24)
Kur’an da mü’minleri bu konuda uyararak şöyle der: “Ey iman edenler, Haham ve rahiplerin çoğu, insanların mallarını, haksız yere yiyip, onları, Allah’ın yolundan alıkoyuyorlar. Fakat bütün o altın ve gümüşü toplayıp, Allah yolunda harcamayanlar var ya; onlara çetin bir azabı müjdele: Bu altın ve gümüş, cehennemde kızdırılıp onların alınlarına, böğürlerine ve sırtlarına yapıştırılacak ve onlara: “İşte kendiniz için topladığınız hazineler” denecek.” (9/34-35).
Müslüman filozof el-Kindi, dini “temsil” iddiasında bulunup onun ticaretini yapan “din adamları” hakkında şöyle diyor: “ Layık olmadıkları halde hakkı “temsil” iddiasında olsalar da, bunların kıt zekâları, hakikatin ruhunu kavramaktan acizdir. Bilgileri ise, derin düşünce sahiplerini takdir etme; faydası herkese ve onlara da olacak olan, içtihat yapma düzeyinde değildir. Bunların hayvani nefislerinde yer eden haset kiri ve düşünce ufuklarını kaplayan karanlık, hakikatin nurunu görmeyi engellemiştir. Saldırgan ve zalim/zorba durumunda olan bunlar, haksız yere işgal ettikleri kürsüleri korumak için, elde edemedikleri ve uzağında bulundukları insani faziletlere sahip olanları aşağılarlar. Amaçları, riyaset ve din tacirliğidir. Oysa kendileri, dinden yoksundurlar. Çünkü bir şeyin ticaretini yapan, onu satar; sattığı ise, artık kendinde değildir. Kim, din tacirliği yaparsa, onun dini yoktur. Varlığın hakikatinin bilgisini edinenlere karşı çıkan ve onu “küfür” sayanın, dinle bir ilişkisi kalmaması gerekir.” (el-Kindi, Felsefi Risaleler. İst. 2015. s. 151)
Kur’an, vahiy/peygamberlik tarihinde iki büyük devrim yapmıştır: 1- Tabiat kanunlarının yırtılması (harku’l-adet) anlamında “Mucize”yi kaldırıp; onun yerine, bizzat tabiat kanunlarının kendisini mucize olarak ileri sürmek (Ayât). 2- Dindarlık için din adamını ve mabedi “zorunlu” olmaktan çıkarmak: “Yeryüzü mescittir” ve “İslam’da rahbaniyyet (Rahiplik) yoktur.”
Dini örgütlenmelerin ve “Din adamı” sınıfının, din sömürüsü, “Temsil” iddiasından kaynaklanmaktadır. Örgüt veya kişi, kendini ya “Tanrı”nın veya “Hakikat”in temsilcisi olarak görmektedir. Tanrı “Ğayb”; ahlaki hakikat de, yüzeyde değil; derin/dip “fıtrat”ta olunca; “temsil”, fani varlık olan insan için imkânsızdır. Tanrı veya hakikat, sadece bireysel veya intersubjektif bir arayış çabasından (içtihat-cihat) bahsedilebilir. “Kur’an (ahlaki sorumluluk), şayet bir dağa yüklenseydi, Allah/sorumluluk korkusundan paramparça olurdu” (59/21) ifadesi, bunun delilidir.
İslam toplumlarında örgütsel din bürokrasisi, Şiilikte “İmamet/Ayetullah/Mehdilik”; Sünnilikte ise, “Hilafet” ve “Tarikat” kurumlarında ortaya çıkmıştır. Sünnîlikte “Ulema” grubu, örgütsüz olarak, dini hakikatleri, -“temsil” iddiasında bulunmadan- sivil olarak “içtihat” ve “fetva”ları ile ortaya koymaya (Tebliğ) çalışmışlardır. Ulemanın son cümlesi, daima: “Allahu a’lem bi muradihi/Allahu a’lem bissevap= En doğrusunu, Allah bilir.” olmuştur. Eskiden “Medrese”lerde olan bu sorumluluk, bugün “İlahiyat” Fakültelerine intikal etmiştir.
TARİKAT VE DİYANET
Osmanlı imparatorluğunda örgütsel dini bürokrasi, “Şeyhülislamlık” ve “Tarikat”larda ortaya çıkmıştır. Padişahlar, “Şeyhülislamlık” aracılığı ile dini, kendi iktidarlarını meşrulaştırmaya çalışmışlar; Tarikatlar ise, dini hamiyet yanında, bu yapıyı devletten “vakıf” maskesi ile mal-mülk-araziler elde ederek nemalanma ve onun iktidarına ortak olma “aparatı” olarak kullanmışlardır. Tarikatlardaki bürokratlar, -sürüsüne bereket- veli, şeyh, mürşit, gavs, kutup, ricalulgayb, seyyid, şerif, abdal, baba, dede, efendi… olarak isimlendirilir.
Cumhuriyet döneminde Şeyhu’l-İslamlık”, “Hilafet” ve “Tarikat” örgütleri, ilga edildi. Bunların yerine “Diyanet” teşkilatı kuruldu. Bu bürokratik yapı, dini “temsil” kurumu olarak değil; “İbadet Hizmetleri”ni deruhte etmek ve sivil-politik, örgütlü temsil iddialarını “kontrol” etmek için kuruldu. Buradaki bürokratlar (memurlar) Başkan, müftü, vaiz, imam ve müezzindir.
İki binli yıllardan sonra, bu örgütlü yapıya politik iktidarlar, kendini muhafazakâr halk yığınları nezdinde meşrulaştırmak için –kisve giydirerek- bir “Temsil” yetkisi vermeye çalıştı. Temsil iddiasında bulunan “Başkan”ın sarığı, pratikte siyasal iktidarın eteklerine değiyor. Oysa “Âlim”in başı, göğe değer. Din adamlarına muhalif olarak, hiçbir peygamberin özel bir “kisve”si olmamıştır. Bir topluluk içinde oturan peygamberi tanımayan sahabenin sorusunda olduğu gibi: “Hanginiz Muhammed?”
Diyanet, kurmuş olduğu “Vakıf” aracılığı ile ticaret yapmaya başladı. Böylece, özü fedakârlık ve uğrundalığa dayanan din-vakıf, “Diyanet” te ağırlıklı olarak iş bulma/istihdam edilme, ticaret ve siyasal iktidara destek aracına dönüştü. Kamudan kendine ayrılan bütçe karşılığında, bu örgütsel yapının, “hizmet” olarak topluma ne verdiğini, ciddi bir şekilde muhasebe etmesi lazımdır. Alimallah, yoksa -Allah’ın yukarda tehdit ettiği gibi-, karınlarına ateş doldurmuş olurlar. Örneğin: “İsraf “hakkında hutbeler okutan Diyanet İşleri Başkanının, yerli arabamız “Togg”un açılışında dua okuyup; -bugünkü ekonomik koşullarda ve kamuda “tasarruf”tan bahsedildiği bir dönemde- makam aracı olarak 15 milyonluk “Audi”ye binmesi, ibretamizdir.
Cumhuriyetin erken döneminde dini hamiyet için kurulmuş “Cemaat”ler ve 1950’den sonra tekrar zuhur eden “Tarikat” lar da, artık, dini hamiyetten ziyade; temsil aracılığı ile ticaret ve siyaset yapıyorlar. Bir toplumda vicdan dumura uğrayınca, iman da, canlı-dinamik bir “ilişki “olmaktan çıkıp; cepte ölü itikat/inanç (Amentü) haline gelmiş ise;-ibadetler ile dini ifa edip-; ötesinde, yapılacaklar da bundan ibarettir.
SONUÇ
Toplum olarak vicdan diriltmeye ve iman tazelemeye ihtiyacımız var. Diğer türlü, sofuluk-dindarlık adı altında –şu anda olduğu gibi- şeytanın maskarası olmaktan kurtulamayız. “Kötülüğünün farkında olanın imanı, bizi aşar; arşa değer.” (Cüneyt-Kızıl Goncalar). “Kökü sallanan ağacın, dalı iflah olmaz. (Sâdi Efendi- Kızıl Goncalar), “Ahlak yolu dardır; tetik bas, önü yardır.” (Z. Gökalp)