Araştırmacı yazar Osman Atalay “Rusya, Suriye ve Ukrayna süreçlerini toparlayamazsa Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ardından yaşadığı travmanın benzeri ile karşılaşacak. İran’da ise daha ciddi kopuşların yaşanması beklenebilir. Çünkü Suriye de İran’ın Ukraynası. Tahran burada, 40 yıllık yatırımını kaybetti” görüşünü dile getiriyor.
Suriye’de 13 yıllık iç savaş, ülkenin 60 yıllık Baas diktatöryasının çökmesiyle nihayete erdi. Bu, bölgede esen birkaç yıllık bir değişim rüzgârının sonuçlarından biri. Bölgedeki değişimin ilk işaret fişeği Kasım Süleymani’nin 2020’de, İran’ın “direniş hattının” en güçlü kalesi olan Irak’ta, ABD tarafından öldürülmesi ile çakıldı ve rüzgâr çeşitli etkenlerle kuvvetlendi. Suriye fotoğrafının önemli bir bölümünü işgal eden Rusya ve İran açısından hem maliyet üreten hem de zaten var olan maliyetin hafifletilmeye çalışıldığı bir sonuçla da karşı karşıya kalındı.
1970’te parti içi darbeyle iktidara gelen Hafız Esad, 1971’te Cumhurbaşkanı olmuş, 10 Haziran 2000 kanserden ölünce tüm muhaliflerin umut bağladığı oğlu Beşşar Esad İktidarı devralmıştı. 2007-2009 arasında, Türkiye’nin Beşşar Esad ile yumuşama süreci ve demokratikleşme müzakereleri (aslında Türkiye’nin demokrasi telkini), İran ve Rusya’nın müdahalesi ile kesintiye uğrayınca rejim dönüşü olmayan bir yola girdi. İran ve Rusya tarafından 24 yıl boyunca “idare edilen” Beşşar Esad, Arap Baharı türbülansında muhaliflerin zeytin dalını elinin tersiyle geri çevirdi. Ama güvendiği İran ve Rusya, günün sonunda kendisini taşımak istemiyordu. Böylece Suriye’de 52 yıllık Esad diktatörlüğü ile birlikte İran ve Rusya için de bir devir kapanmış oldu.
BABA ESAD'DAN OĞUL ESAD'A RUSYA SURİYE İLİŞKİLERİ
Suriye-Rusya işbirliği, Suriye-İran işbirliğinden daha eskilere dayanıyor. Sovyetler Birliği ve Suriye arasındaki ilişkiler, Sovyetler’in 1971’de dönemin devlet başkanı Hafız Esad’ın izniyle Tartus’ta üs açacak kadar sıcaktı. Rusya, şimdi de Esad’ın sığınma talebini kabul ederek Nusayri toplumunun garantörü olmayı tercih ederek Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olma hevesini sürdürüyor. Ukrayna’da daha az hasar görmenin hesabını yapan Rusya; Gürcistan ve Romanya’da da sıkışmış vaziyette. “Rusya, Kiev’in işini üç ayda bitirir” diyen askerî ve siyasal analistler şaşkına döndü. Ukrayna macerası, Esad’ın da çöküşünü hızlandırdı ve Moskova’yı, askerlerini Suriye’den güvenle çıkartabilmek için Türkiye’den yardım talebinde bulunan bir konuma getirdi.
Esasında Rusya’nın hayali Avrasya politikaları çerçevesinde İran ile müttefik bir şekilde Ortadoğu’da etkin olmaktı. Fakat İran’ın sınırlı ve mezhep odaklı abartılmış gücünü iyi yönetemedi. Suriye’deki Moskova destekli rejimin çöküşü, en çok İran ve Rusya’nın uluslararası imajını yaraladı. Son süreçle, Putin’in Ukrayna, Orta Asya ve Balkanlar’daki Slav-Ortodoks jeopolitik gücün hareket kabiliyetinin daraldığını söyleyebiliriz. Rusya, Suriye ve Ukrayna süreçlerini toparlayamazsa, Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından Balkanlar ve Doğu Avrupa’nın dağılmasıyla yaşadığı travmanın benzeri ile karşılaşacaktır.
SURİYE: İRAN'IN UKRAYNA'SI
İran’ı ise bu konuda daha büyük iç çekişmeler ve toplumsal değişime sürekleyecek bir süreç bekliyor. Aslında Suriye, İran’ın Ukraynasıydı. İran burada 40 yıllık insani ve ekonomik yatırımlarını kaybetti. Rusya ve İran arasında son 5 yıldır Şam rejimini kurtarma konusunda ciddi bir fikir ayrılığı vardı. Rusya, Şam rejimi ile muhaliflerin anlaşmasını istiyor ama İran’ı ikna edemiyordu. En sonunda 7 Ekim Aksa Tufanı sonrasında Esad’a “başının çaresine bak” dedi. Suriye olaylarını 13 yıldır yakından takip eden biri olarak söyleyebilirim ki, Rusya’nın her zaman muhalifler ile diyalog ve özgür seçimlerin yapılmasını isteyen damarı güçlüydü. Ama İran’ın rejim üzerindeki baskısı ve Direniş Ekseni politikası, hem devrik Şam yönetimini hem de Rusya’yı edilgen bir pozisyona sokmuştu. Son 4 yıldır Suriye ordusu da bölünmüştü ve silahlı kuvvetler, Rusya yanlısı subaylar ile İran yanlısı subayların çekişmesine sahne oluyordu. 2012’den itibaren İsrail’in düzenli olarak Suriye topraklarında İran ve Hizbullah’ın lojistik noktalarını bombalamasına Rusya’nın engel olmayışı ise İran devlet yetkililerinin göz ardı etmeyi tercih ettiği bir konuydu.
AVRASYACI GÜVENLİK PARADİGMASI İŞLEMİYOR
Avrasyacılık teorisi ve politikaları çerçevesinde çok önem verilen Rusya-Çin ve İran ilişkilerinin Suriye ve Filistin olaylarında ortak bir dayanışma ve savunma mekanizmaları oluşturamamasının sebebi bugünlerde daha iyi analiz edilmeli. Özellikle İsrail’in Gazze’yi yerle bir eden politikalarına karşın Çin, İran ve Rusya’nın hiç bir şekilde siyasi, ekonomik baskı ve sinerji oluşturmadıklarını, büyük önem atfedilen BRICS’e üye ülkeleri dahi domine edemediklerine şahit olduk.
Aslında Suriye depreminin en büyük artçı şokunun uzun zamandır kapalı kutu haline gelmiş İran toplumu üzerinde yaşanacağa benziyor. Bu güne kadar İran’ın; Irak, Yemen, Lübnan, Afganistan ve Suriye politikalarıya ilgili tartışmalar İran siyasi elitleri arasında dar bir çevrede yaşanırken son çöküş ve geri çekilme politikası Tahran’da değişim rüzgarlarının esmesine neden olacaktır. Kasım Süleymani’yi İran’da, Nasrallah’ı Lübnan’da, Esad’ı Suriye’de koruyamamış bir İran büyük bir türbülansa sürüklenmiş durumda. Tahran’ın en büyük hatası, mezhep eksenli Direniş Cephesine çok güvenmesiydi ancak büyük destek verdiği Irak Şii toplumu ile yaşadığı ciddi ayrışmayı askerî odaklı bakış açısıyla okuyamadı. Irak şiilerinin yaşayan en güçlü dini lideri Ayetullah Sistani’nin Fars Şiiliğine asla bağımlı hareket etmemesi, İran’ın Irak siyasetindeki etkisini azaltmıştı. Ulusal Şii Hareketi lideri Mukteda es Sadr’ın “Irak hükümeti, halkı, milisler ve güvenlik güçleriyle hiçbir şekilde Suriye’nin işlerine karışmamalı” mesajı, uzun yıllar var olan İran Farisi Şiiliği ile Kerbela merkezli Arap Şiiliğinin siyasal ayrılığının somut deliliydi. İran’ın 40 yıldır askerî, ekonomik ve siyasi destekle ayakta tuttuğu ve esasen kendi yönettiği rejim çökerken Irak’taki Şii milis grupları İran’ın yardımına gelme cesaretini gösteremedi. İran’ın direniş cephesinin omurgası olan “Şii Hilali” politikalarının köprüsü bugün tamamen çökmüştür. İran, bölgesel yalnızlığının zirvesinde olduğu bir sürece girmiştir. Bugün İran’ın başı derde girerse yardımına koşacağı Direniş Cephesi, fiziksel ve mental bir çöküş içerisindedir.
İran İslam Cumhuriyeti’nin Suriye Baas Rejimi ile ilişki kurmasının hemen akabinde gerçekleşen 1982 Hama olaylarında rejimin 25 bin insanı katletmesi Sünni islam dünyası ile arasındaki büyük kırılmanın başlangıcıydı. 1987 Irak-İran Savaşı, Arap ve Sünni İslam dünyası ile İran arasındaki mezhep ayrılığını derinleştirdi ve zihinsel kopuşlara sebep oldu. İran bu çatışmaları aşmanın yolu olarak Ortadoğu ve Asya’da Şii toplumları domine etmeye çalışırken Şii Hilali teorisi üzerinden Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen’de büyük askerî, ekonomik ve siyasi büyük yatırımlar yaptı. Irak ve Yemen’de demografik avantajı vardı ama bu avantaj Lübnan ve Suriye’de yoktu. Direniş ekseni teolojik açıdan doğruydu ama Tahran’ın mezhep taassubunu ve çatışmasını aşacak bir formülü yoktu. Kazanımları İran’a suni bir güç verdi. Rusya ve Çin ile işbirliği sürecinde ise, Rusya’nın Avrasya retoriğine çok güvendi. Hatalarından biri de buydu.
Lübnan’daki savaşın diplomasiyle sonuca bağlanmasının ardından Suriye meselesinde de benzer bir senaryonun yaşanmış olması gayet doğal. Özellikle büyük güçler arasında bölgeye dair yeni mutabakatların oluştuğu ve Suriye’nin stratejik öneminden dolayı bu dosyanın öncelik kazandığı anlaşılıyor. Suriye’de tarihi bir sürece tanıklık ediyoruz. Muhaliflerin kazanımını salt “yabancı müdahalesine” bağlamak ise ucuz bir polemik hastalığı. Dün Irak bugün ise Suriye’de yaşanlar, Arap diktatörlüklerinin 60 yıldır Ortadoğu halklarına yaşattığı toplumsal travmaların sonucu.